Son dönemin favori yazarlarından Ali Hazelwood’un yeni kitabı Love On The Brain 23 Ağustos’ta hem yurt dışında hem de ülkemizde yayımlanacak. Ekiminizden Esma Mina Yıldız1 da sizler için kitabın ön okumasını dilimize çevirdi. İyi okumalar! ali hazelwood love on the brain
1: Bu metin Esma Mina Yıldız tarafından Bibliyoraf.com için çevrilmiştir. Çevirmenin ve Bibliyoraf’ın izni olmadan başka bir sitede kullanılamaz.
1 – Habenula: Hayal Kırıklığı
İşte dünyada en sevdiğim küçük bilgi: Doktor Marie Skłodowska-Curie düğününe laboratuvar önlüğünü giyerek gelmiş.
Aslında bu oldukça güzel bir hikâye: Bilim insanı bir arkadaşı Marie’yi Pierre Curie’ye ayarlar. İkili mahcup bir şekilde birbirlerinin makalelerini okuduklarını itiraf eder, sıvı uranyumla dolu beherglaslar üzerine flörtleşir ve Pierre bir yıl içerisinde Marie’ye evlilik teklifi eder. Fakat Marie Fransa’ya sadece lisansını almak için geldiğini söyleyerek, gönülsüzce Pierre’i reddedip Polonya’ya geri döner.
Vah vah.
İşte tam bu noktada devreye, kadın olduğu için Marie’ye fakültede bir pozisyon vermeyi reddeden (çok klas bir hareket), hikâyenin kötü karakteri ve istemsiz aşk tanrısı olan Krakow Üniversitesi girer. Her ne kadar alçakça bir hareket olsa da Marie’yi Pierre’in henüz radyoaktif olmayan sevgi dolu kollarına gerisingeri atmak gibi yararlı bir yan etkisi olur. Bu iki güzel bilim aşığı 1895’te evlenir ve o sırada pek de parası olmayan Marie, kendine her gün laboratuvarda kullanılmaya uygun olacak kadar rahat bir gelinlik alır. Curie’ye her şey diyebilirsiniz ama pragmatik değildi diyemezsiniz.
love on the brain ali hazelwood
Tabii Pierre’in kendini bir at arabasının altında ezdirmeyi başardığı ve iki kızlarıyla beraber Marie’yi yapayalnız bıraktığı on yıl sonrasına gidersek hikâyenin güzelliği önemli ölçüde azalır. Hikâyenin ana fikrini bulacağımız 1906 yılına ışınlanalım: İnsanların sizi hiçbir zaman yalnız bırakmayacaklarına inanmak kötü bir fikirdir. Öyle ya da böyle bırakıp gideceklerdir. Belki yağmurlu bir sabah Rue Dauphine*’de ayakları kayacak ve bir at arabası kafataslarını ezecek. Belki uzaylılar tarafından kaçırılacak ve uzayın sonsuzluğunda kaybolacaklar. Belki de düğününüzden altı ay önce en yakın arkadaşınızla yatacak ve düğününüzü iptal edip depozitonuzun yanmasına neden olacaklar.
*Rue Dauphine, Paris’te bir cadde.
Sınır yok yani.
Bu gibi bir şeylerin yanında Krakow çok da kötü değilmiş denilebilir. Yanlış anlamayın: Dr. Curie’nin Krakow’a geri dönüp, yarı gelinlik yarı laboratuvar önlüğü şeklindeki elbisesinin içinde, iki Nobel madalyasını üniversite yetkililerinin gözlerine sokarken, Pretty Woman* filmindeki gibi “Büyük hata yaptınız. Büyük. Kocaman.” diye bağırdığını hayal etmeye bayılıyorum. Ama Marie’yi ağlatan ve gece geç saatlere kadar boş boş tavanı seyretmesine neden olan asıl kötü karakter kayıptır. Kederdir. İnsan ilişkilerinin doğasında olan gelip geçiciliktir. Asıl kötü karakter, sürekli kendiliğinden nükleer bozulmaya uğrayan, durdurulamayan bir izotop olan aşktır.
*Julia Roberts’ın başrolde oynadığı bir film.
Ve aşk, sonsuza kadar cezasız kalacaktır.
Onun yerine güvenilir olan nedir biliyor musunuz? Dr. Curie’yi asla ama asla terk etmeyen şey? Merakı. Buluşları. Başarıları.
Bilim. Tek güvenilir şey bilimdir.
love on the brain ali hazelwood
Bu yüzden NASA beni -Beni! Bee Königswasser!- en saygın nöromühendislik araştırma projelerinden biri olan BLINK’in baş araştırmacısı olarak seçtiğini söylediğinde çığlık attım. Ulusal Sağlık Enstitüsü’nün Bethesda kampüsündeki minicik, penceresiz ofisimde çığlık attım. NASA astronotlarının ta kendileri için geliştireceğim performans arttırıcı teknoloji için çığlık attım. Sonra duvarların kağıt kadar ince olduğunu ve bir keresinde sol ofisteki komşumun, kulaklık takmadan doksanlar alternatif rock şarkıları dinlediğim için resmi şikâyette bulunduğunu hatırladım. Bu yüzden ağzımı elimle kapayıp dilimi ısırdım ve içim sevinçle dolarken elimden gelen en sessiz şekilde hoplayıp zıpladım.
Tıpkı Dr. Curie’nin 1891’in sonlarında Paris Üniversitesi’ne kaydolmasına nihayet izin verildiğinde hissetmiş olduğunu hayal ettiğim gibi hissediyordum: Sanki bilimsel (tercihen radyoaktif olmayan) keşifler dünyası nihayet kavrama mesafemdeymiş gibiydi. Şu ana kadarki hayatımın en önemli ânıydı ve de kutlamalarla dolu muhteşem bir hafta sonunun başlangıcıydı. Önemli anlar şunlardı:
Haberleri en sevdiğim üç arkadaşıma söyledim ve her zamanki barımıza gidip Lemon Drop kokteylini kafaya dikerken sırayla orta yaşlı çirkin patronumuz Trevor’ın ona âşık olmamamızı söyleyişini taklit edip gülüştük. (Akademik alanda çalışan erkekler sanrılar görmeye meyilli oluyorlar. Pierre Curie hariç tabii. O asla öyle bir şey yapmazdı.)
Saçımı pembeden mor renge boyadım. (Evde yapmak zorundaydım çünkü kıdemsiz akademisyenlerin kuaföre saçacak parası olmaz. Duşum pamuk şeker makinesi ile tek boynuzlu at mezbahası karışımı bir şeye döndü ama rakun kazasından sonra -ki inanın bana ne olduğunu bilmek istemezsiniz- para iadesi alamazdım zaten.
love on the brain ali hazelwood
Kendimi Victoria’s Secret’a götürdüm ve pahalılığı yüzünden suçlu hissetmeden (biri beni en son çıplak gördüğünden beri yıllar geçmiş olmasına ve eğer her şey istediğim gibi giderse daha yıllarca da göremeyecek olmasına rağmen) güzel bir yeşil iç çamaşırı seti aldım.
Uzun zamandır başlamak istediğim uzun mesafe koşu uygulamasını indirdim ve ilk koşumu yaptım. (Sonra azmime küfrederek derhal hızımı düşürüp eve topallayarak döndüm. Bazı insanlar nasıl her gün spor yapabiliyor anlayamıyorum.)
Yaşlı komşumun akşam yemeği için sık sık beni ziyaret eden, aynı derecede yaşlı kedisi Finneas için atıştırmalıklar pişirdim. (Şükranlarını favori Converse’lerimi parçalayarak gösterdi. Sonsuz bilgeliği sayesinde, Dr. Curie muhtemelen bir köpek insanıydı.)
Kısacası, çok eğlendim. Pazartesi geldiğinde üzülmedim bile. Her zamanki deneyler, laboratuvar toplantıları, hazır yemekler, zor hesaplamalar yaparken masama çakma LaCroix* şişeleri dizmeler… Ama BLINK’in verdiği umutla, her zaman yaptığım şeyler bile yeni ve heyecan verici hissettiriyordu.
*LaCroix, bir soda markası.
Dürüst olmak gerekirse, çok endişeliydim. Altı aydan daha kısa bir sürede dört burs başvurumun da reddedilmesinin ardından kariyerimin durakladığından hatta belki de bittiğinden emindim. Trevor beni ofisine her çağırdığında yıllık sözleşmemin yenilenmeyeceğini söyleyeceğinden korkuyordum. Koltukaltlarım terler, kalbim çarpıntı yapardı. Doktoramı aldıktan sonraki son birkaç yıl pek de eğlenceli geçmiş sayılmazdı.
Ama artık bu bitmişti. NASA ile sözleşme imzalamak kariyerim için mükemmel bir fırsattı. Ne de olsa, Josh Martin, Hank Malik ve hatta, sanki bir olimpiyat sporunda yarışıyormuş gibi araştırmalarımı kötüleyen Jan Vanderberg gibi altın çocukların da arasında olduğu acımasız bir seçim sürecinden sonra oraya girebilmiştim. Bolca aksilik yaşamıştım ama beyinle saplantılı olduğum neredeyse yirmi yıldan sonra işte buradaydım: BLINK’in baş nöromühendisi. Astronotlar için giysiler hazırlayacaktım, uzayda kullanacakları giysiler. Trevor’un rahatsız edici, cinsiyetçi pençelerinden böyle sıyrılacaktım. Kendi araştırmalarımı yapabileceğim kendi laboratuvarımı ve uzun süreli sözleşmemi böyle alacaktım. Bu mesleki hayatımın -ki sahip olmayı umursadığım tek hayat buydu- dönüm noktasıydı.
love on the brain ali hazelwood
Birkaç gün boyunca adeta kendimden geçtim. Capcanlıydım. Kendimden geçmiş bir şekilde canlıydım.
Sonra pazartesi günü 16.33’te mailime NASA’dan bir bildirim geldi. BLINK’i benimle birlikte yönetecek kişinin adını okudum. Birdenbire artık ne canlı ne de kendinden geçmiş hissetmeye başladım.
“Lewi Ward’u hatırlıyor musun?”
“Brennt de etwas* -ha?” Mareike’nin uykulu ve tok sesi, uzak mesafe ve zayıf sinyalden dolayı boğuk geliyordu. “Bee? Sen misin? Saat kaç?”
*Brennt de etwas, Almanca “yangın mı var” demek.
“Maryland’de sekiz on beş ve…” Hızlıca zaman farkını hesapladım. Reiki birkaç hafta önce Tacikistan’daydı, ama şimdi… galiba Portekiz’deydi? “Senin saatinle sabah iki.”
Reike homurdandı, inledi, sızlandı ve hayatımızın ilk yirmi yılını aynı odayı paylaşarak geçirdiğimiz için aşina olduğum bir sürü başka ses çıkardı. Koltuğumda geriye yaslandım ve sormasını bekledim, “Kim öldü?”
“Kimse ölmedi. Yani eminim biri ölmüştür ama tanıdığımız biri değil. Gerçekten uyuyor muydun? Hasta mısın? Oraya gelmemi ister misin?” Kız kardeşim gecelere akmadığı, Akdeniz’de çıplak yüzmediği veya İber Yarımadası’nın ormanlarında bir cadı meclisiyle gülüp eğlenmediği için gerçekten endişelenmiştim. Gece uyumak karakterine aykırı bir durumdu.
“Yok. Param bitti yine.” Esnedi. “Norveç’e uçmak için yeterli parayı biriktirene kadar gündüzleri şımarık zengin Portekiz çocuklarına özel ders veriyorum.”
“Neden olmasın?” diye cevap vereceğini bildiğimden “Neden Norveç?” sorusunu boş verip, “Para göndermemi ister misin?” diye sordum. Görünüşe göre vakitsiz kutlamalarımdan sonra tam olarak para içinde yüzmüyordum ama para biriktirebilirdim. Birkaç gün harcamalarıma dikkat edersem. Ve yemek yemezsem. Sadece birkaç gün boyunca.
love on the brain ali hazelwood
“Yok be. Şımarıkların aileleri iyi ödüyor. Öf, Bee, on iki yaşındaki bir velet dün mememi ellemeye kalktı.”
“İğrenç. Sen ne yaptın?”
“Parmaklarını keserim senin dedim tabii. Neyse, acımasızca uyandırılmamın şerefini neye borçluyum?”
“Üzgünüm.”
“Hayır, değilsin.”
Gülümsedim. “Hayır, değilim.” Acil bir sohbet için onu uyandıramayacaksan biriyle DNA’nın yüzde yüzünü paylaşmanın anlamı neydi?
“Bahsettiğim o araştırma projesini hatırlıyor musun? BLINK’i?”
“Senin yönettiğin mi? NASA’daki? Hani süslü beynini kullanıp süslü astronotların uzayda daha iyi olmaları için şu süslü kaskları yaptığın proje mi?
“Evet. Bir nevi. Meğer başkasıyla birlikte yönetecekmişim. Sermaye NASA ve NIH’tan geliyor. Hangi ajansın başkanlık yapacağı üzerine sidik yarışına girmişler ve sonunda iki yönetici olmasına karar vermişler.” Gözümün ucuyla, mutfak penceremin önüne yayılmış olan Finneas’ı gördüm. Kafasını kaşıyarak içeri aldım. Sevecenlikle miyavlayıp elimi yaladı. “Levi Ward’u hatırlıyor musun?”
“Belsoğukluğu kaptığı için benden bilip bana ulaşmaya çalışan çıktığım çocuk mu?”
“Ha? Hayır. Yüksek lisans yaparken tanıştığım hani.” Kedi mamasının olduğu dolabı açtım. “Benim laboratuvarımda mühendislik yüksek lisansını yapıyordu, ben başladığımda o beşinci yılındaydı-”
“Ukalaward!”
“Evet, o!”
başlık
“Hatırlıyorum! O şey değil miydi… ateşli? Uzun boylu? Kaslı?”
Finneas’ın kabını doldururken gülümsememi bastırdım. “Yüksek lisanstaki düşmanımla ilgili hatırladığın tek şeyin 1.90 olmasıyla ilgili ne hissettiğimden emin değilim.” Dr. Marie Curie’nin kız kardeşleri, ünlü fizikçi Bronisława Dłuska ve eğitimci aktivist Helena Szalayowa asla böyle demezdi. Reike gibi azgın zampara değillerse tabii… öylelerse kesin derlerdi.
“Ve kaslı. Fil hafızamla gurur duymalısın.”
“Öyleyim. Neyse, NASA projesindeki diğer yöneticinim kim olduğunu söylediler ve-”
“Hadi canım.” Reike ayağa kalkmış olmalıydı. Sesi aniden çok netleşti. “Hadi canım.”
“Evet.” Boş torbayı atarken kız kardeşimin delirmiş gibi neşeyle kıkırdayışını dinledim. “En azından eğlenmiyormuş gibi davranabilirsin.”
“Ah, davranabilirim. Ama yapar mıyım?”
“Belli ki hayır.”
“Öğrendiğinde ağladın mı?”
“Hayır.”
“Kafanı masaya vurdun mu?”
“Hayır.”
“Bana yalan söyleme. Alnın şişti mi?
“… Belki biraz.”
“Ah, Bee. Bee, bu olağanüstü haberi paylaşmak amacıyla beni uyandırdığın için teşekkür ederim. Ukalaward sana gudubet diyen adam değil miydi?”
Hiç dememişti, en azından o anlamda, ama o kadar yüksek sesle güldüm ki Finneas bana şaşkın şaşkın baktı. “Bunu hatırladığına inanamıyorum.”
“Hey, çok içerlemiştim. Taş gibisin sen.”
“Sadece seninle aynı gözüktüğüm için öyle diyorsun.”
“Öyle mi, fark etmemiştim bile.”
Tam olarak doğru değildi zaten. Evet Reike de ben de kısa ve inceydik. Aynı simetrik özelliklere, aynı mavi gözlere ve aynı koyu düz saçlara sahiptik. Ama Parent Trap* evremizi aşalı çok olmuştu ve yirmi sekiz yaşımızda kimse bizi ayırt etmekte zorlanmazdı. Son on yıldır saçım pastel renklerin farklı tonları olmuşken, piercing sevgim ve ara sıra yaptırdığım dövmelerim varken zorlanmazlardı en azından. Reike, yolculuk tutkusu ve sanata yatkınlığıyla, ailemizin gerçek özgür ruhu olmuştu. Ama hiçbir zaman giyinişiyle özgür ruhlu gözükmeye zahmet etmezdi. Sözüm ona sıkıcı bilim insanı olan bense, onun boşluğunu doldururdum.
başlık
*1998 yapımlı film.
“Yani, o muymuş? Dolaylı yoldan bana da hakaret etmiş olan adam?”
“Aynen. Biricik Levi Ward.”
Finneas’ın kabına su doldurdum. Tam olarak öyle olmamıştı. Levi bana hiç doğrudan hakaret etmedi, öte yandan dolaylı olarak…
İlk akademik konuşmamı yüksek lisansımın ikinci yılında yapmış ve çok ciddiye almıştım. Tüm konuşmayı ezberlemiş, PowerPoint slaytını altı kez yeniden yapmış, hatta mükemmel bir kıyafet seçmek için kendimi yiyip bitirmiştim. Sonuç olarak normalden daha güzel giyinmiştim ve yüksek lisanstaki en yakın arkadaşım Annie’nin aklına, bana iltifat etmesi için Levi’ın aklını çelmek gibi iyi niyetli fakat talihsiz sonuçlanan bir fikir gelmişti.
“Bee bugün çok güzel görünmüyor mu?”
Muhtemelen düşünebildiği tek sohbet konusu buydu. Ne de olsa Annie her zaman Levi hakkında, onun koyu saçları, geniş omuzları ve o ilginç, sıra dışı yüzüyle nasıl gizemli bir yakışıklı olduğu, nasıl bu kadar içe dönük olmayı kesip, ona çıkma teklifi etmesini istediği hakkında konuşup duruyordu. Ama Levi sohbete hevesli görünmüyordu. O delici yeşil gözleriyle, yoğun bir şekilde beni inceledi. Uzun bir süre beni baştan aşağı süzdü. Sonra dedi ki…
Hiçbir şey. Hem de hiçbir şey.
Sadece sonradan eski nişanlım Tim’in “dehşete düşmüş” olarak nitelendirdiği bir ifade takınıp, cansız bir şekilde başını sallayarak ve yapmacık, sahte bir iltifat bile etmeden laboratuvardan çıktı. Bundan sonra, yüksek lisanstaki -nihai dedikodu kazanı- herkes bunu konuşmaya başladı ve hikâye kontrolden çıktı. Öğrenciler elbisemin üstüne kustuğunu, yüzümü bir poşetle kapatmam için yalvardığını, düştüğü dehşet sonrası beynini temizlemek için çamaşır suyu içip onarılamayacak bir nörolojik zarar gördüğünü söylediler. Çok ciddiye almamaya çalıştım, bir şakanın parçası olmak eğlenceliydi ama dedikodular o kadar abartılıydı ki gerçekten tiksindirici olduklarını düşünmeye başladım.
başlık
Yine de Levi’ı hiç suçlamadım. Beni çekici bulmuş taklidi yapmadığı için ona hiç gücenmedim. Ya da… tiksinç bulmamış taklidi. Ne de olsa hep tam bir maçoymuş gibi gözükürdü. Etrafımdaki erkeklerden farklıydı. Ciddi, disiplinli, biraz kasvetli… Dikkatli ve yetenekli. Alfa. Artık bu her ne demekse. Septum piercingli ve gölgeli mavi saçlı bir kız muhtemelen Levi’ın güzel kadın imajına uymuyordu. Sorun değildi.
Levi’a gücendiğim şey, yıl boyunca her karşılaştığımızda sergilediği diğer davranışlarıydı. Mesela onunla konuşurken asla gözlerime bakma zahmetine girmemesi veya sunum sırası bana geldiğinde günce kulübüne gelmemek için bahaneler bulması gibi; ben her katıldığımda bir muhabbet ortamından sıvıştığı, beni, laboratuvara girdiğimde merhaba bile demeyecek kadar önemsiz ve küçük gördüğü, sanki ben çirkin, tiksindirici bir şeymişim gibi yoğun, memnuniyetsiz bakışlarla dik dik bana bakarken onu yakaladığım için kızgın olmaya hakkım vardı. Tim ve ben nişanlandıktan sonra Levi onu kenara çekip benden daha iyisini hak ettiğini söylediği için kızgın olmaya hakkım var. Hadi ama, kim böyle bir şey yapardı ki?
Ama her şeyden çok, vasat bir bilim insanı olduğumu düşündüğünü açıkça belirttiği için ondan nefret etmeye hakkım var. Gerisine göz yumabilirdim fakat işime saygı duymaması… Bu davranışı yüzünden sonsuza kadar onun için baltamı bileyeceğim.
Ve sonunda boynuna indireceğim.
Beğenebileceğiniz diğer yazılarımız:
Yazıyı burada paylaş: