Ön Okuma: The Raven Boys Efsanesi

Ön Okuma: The Raven Boys Efsanesi

Yoldan geçen bir kitap kurduna “Uzun zamandır çevrilmesini beklediğiniz kitap hangisi?” diye sorsak alacağımız cevap muhtemelen The Raven Cycle olur. Pegasus Yayınları seriyi çevireceğini 2016 yılında duyurdu fakat o günden beri seri hakkında bir gelişme yaşanmadı. Ekibimizden Buse Olçay da kolları sıvadı ve sizin için serinin The Raven Boys isimli ilk kitabını ön okumasını dilimize çevirdi. İyi okumalar.

1: Bu metin Buse Olçay tarafından Bibliyoraf.com için çevrilmiştir. Çevirmenin ve Bibliyoraf’ın izni olmadan başka bir sitede kullanılamaz.

PROLOG

Blue Sargent, gerçek aşkını öldüreceğinin kaç kere söylendiğini unutmuştu.

Ailesi kehanetlerle takas yapıyordu. Gelgelelim, bu kehanetlerin belirsiz olma eğilimleri vardı. Mesela şöyle şeylerdi: Bugün başına korkunç bir şey gelecek. Altı rakamıyla alakalı olabilir. Veya: Para geliyor. Ellerini para için açık tut. Ya da: Önünde büyük bir karar var ve kendi kendini belirlemeyecek.

Fox Way’deki 300 nolu açık mavi küçük eve gelen insanlar, fallarının bu kesin olmayan doğasına aldırmazdı. Onlara göre tahminlerin gerçekleştiği anı fark etmek bir oyun, bir meydan okuma haline gelmişti. Altı kişi taşıyan bir kamyonet, ruhsal okumasından iki saat sonra arabasına çarptığında müşteri başarı ve rahatlama hissiyle kafasını sallayabilirdi. Komşulardan biri birazcık paraya ihtiyacı varsa diye başka bir müşterinin eski çim biçme makinesini satın almayı önerdiğinde müşteri para geleceği vaadini anımsayabilir ve bu alışverişin önceden haber verildiğini hissederek satışı yapabilirdi. Veya üçüncü bir müşteri, eşinin, Verilmesi gereken bir karar bu, dediğini duyduğunda aynı sözcüklerin açılmış tarot kartlarının diğer ucundaki Maura Sargent tarafından söylendiğini hatırlayabilir ve kararlılıkla işe atılabilirdi.

Başlık

Fakat kararsız doğaları, falların gücünün bir kısmını gölgeliyordu. Kehanetler, tesadüf veya önsezi kabul edilerek göz ardı edilebilirdi. Walmart otoparkında, vaat edildiği gibi eski bir dostla karşılaşıldığında bir kıkırdamaya dönüşürlerdi. Elektrik faturasında on yedi sayısı görüldüğünde ise bir ürpertiydiler. Geleceği keşfetmiş olsan bile bunun o an nasıl yaşadığını pek değiştirmeyeceğinin kavranışıydılar. Gerçeklerdi ama gerçeğin tamamı değillerdi.

“Söylemem gerek,” Maura yeni müşterilerini her zaman uyarırdı, “falın doğru olacak ama kesin olmayacak.”

Böylesi daha kolaydı.

Ama Blue’ya söylenen bu değildi. Yeniden ve yeniden parmakları genişçe açılmış, avuç içi incelenmiş, kadife kenarlı destelerden kartları çekilmiş ve bir aile dostunun oturma odasındaki halının tüyleri üzerine serilmişti. Başparmaklar, herkesin kaşlarının arasında olduğu söylenen mistik, görünmez üçüncü göze bastırılmıştı. Rune sembolleri çizilmiş ve rüyalar yorumlanmıştı, çay yaprakları dikkatle incelenmiş ve seanslar yapılmıştı.

Tüm kadınlar aynı, kaba ve başka türlü açıklanamayacak kadar kendine özgü sonuca varmıştı. Farklı farklı kâhin yöntemlerine rağmen hepsinin aynı fikirde olduğu şey şuydu:

Eğer Blue gerçek aşkını öperse, o ölecekti.

Başlık

Bu, uzun bir süre Blue’yu rahatsız etmişti. Uyarı şüphesiz kesindi ama peri masallarındaki gibi bir açık uçluluğu vardı. Gerçek aşkının nasıl öleceğini söylemiyordu. Öpücükten sonra ne kadar hayatta kalacağını söylemiyordu. Öpücük dudaktan mı olmak zorundaydı? Elinin üstüne konulmuş masum bir buse de aynı şekilde ölümcül olur muydu?

Blue, on bir yaşına gelene kadar fark etmeden bulaşıcı bir hastalığa yakalanacağına inanıyordu. Dudaklarını, sözüm ona ruh eşine bir kere dokunduracak ve o da modern tıbbın tedavi edemediği yiyip bitirici bir savaşta ölecekti. Blue on üçüne geldiğinde, ruh eşini kıskançlığın öldüreceğine karar verdi -o ilk öpücük esnasında silahını kuşanmış, kalbi paramparça olmuş eski bir sevgili ortaya çıkacaktı.

On beş olduğunda, Blue, annesinin tarot kartlarının yalnızca bir deste oyun kartı olduğuna, annesi ile diğer kâhin kadınların gördüğü rüyaların uhrevi sezgiden ziyade karışık içkilerden kaynaklandığına ve dolayısıyla öngörülerin bir önemi olmadığına karar vermişti.

Artık işin doğrusunu biliyordu tabii. 300 nolu Fox Way’den çıkan tahminler belirsiz ama inkâr edilemeyecek kadar doğruydu. Annesi, Blue’nun okulun ilk gününde bileğini kıracağını rüyasında görmüştü. Teyzesi Jimi, Maura’nın vergi iadesinin on dolara yakın olacağını tahmin etmişti. Yaşça büyük kuzeni Orla, en sevdiği şarkıyı her zaman radyoda çalmadan birkaç dakika önce mırıldanmaya başlardı.

Evdeki hiç kimse, Blue’nun kaderinin gerçek aşkını bir öpücükle öldürmek olduğundan şüphe etmemişti. Buna rağmen, çok uzun zamandır söylendiği için artık gücünü yitirmiş bir tehditti bu. Altı yaşındaki Blue’nun aşık olduğunu düşünmek, hayali sayılabilecek kadar uzak bir şeydi.

The raven boys

Üstelik, on altısına geldiğinde Blue, asla aşık olmamaya karar vermişti. O yüzden pek de bir önemi yoktu.

Ama bu inanışı, annesinin üvey kız kardeşi Neeve’in küçük kasabaları Henrietta’ya gelmesiyle değişti. Neeve, Blue’nun annesinin sessizce yaptığı şeyi gürültüyle yaparak ünlü olmuştu. Maura evinin ön odasında, çoğunlukla Henrietta ve çevresindeki vadinin sakinleri için fal bakardı. Neeve ise fallarına sabahın beşinde televizyonda bakıyordu. Gözlerini doğrudan bakan kişiye diktiği flu mercekli fotoğraflarının olduğu bir internet sitesi de vardı. Doğaüstü güçlere dair dört kitap, kapağında onun ismini taşıyordu.

Blue, Neeve ile hiç tanışmamıştı. Bu yüzden üvey teyzesi hakkında bildiği her şey, kişisel deneyimlerdense baştan savma bir internet araştırmasından geliyordu. Blue, Neeve’in neden ziyarete geldiğinden emin değildi. Fakat yaklaşan gelişinin Maura ve en yakın iki arkadaşı Persephone ile Calla arasında sayısız fısıldaşmaya sebep olduğunu biliyordu. Blue odaya girdiğinde kahve yudumlama ve masada kalem tıkırdatmaya dönen tarzda fısıldaşmalardı bunlar. Ama Blue, Neeve’in gelişi için özellikle endişeli değildi; kadınlarla tıka basa dolu bir eve bir tane daha eklemekten ne zarar gelebilirdi ki?

Neeve nihayet, batıdaki dağların halihazırda uzun gölgelerinin normalden de uzun göründüğü bir bahar akşamı geldi. Blue onun için kapıyı açtığında, bir anlığına Neeve’in yabancı bir yaşlı kadın olduğunu düşündü. Ama sonra gözleri ağaçların ardından uzanan kızıl ışığa alıştı ve Neeve’in, annesinden yalnızca birazcık daha yaşlı olduğunu gördü -ki bu hiç de yaşlı değil demekti.

The raven boys

Dışarıda, uzaklardaki av köpekleri inliyordu. Blue onların sesine yeterince alışıktı; sonbahar mevsiminde, Aglionby Av Kulübü neredeyse her hafta sonu atları ve tazılarıyla yola çıkardı. Blue o anki heyecanlı ulumalarının anlamını biliyordu: av peşindeydiler.

“Sen Maura’nın kızısın,” dedi Neeve ve Blue cevap veremeden ekledi: “Bu yıl, aşık olduğun yıl olacak.”

1

Mezarlıktaki hava, ölüler ortaya çıkmadan önce bile buz gibiydi.

Her yıl, Blue ve annesi Maura aynı yere gelirdi ve her yıl hava serin olurdu. Fakat bu yıl, yanında Maura olmadan, hava daha da soğuk hissettiriyordu.

Günlerden 24 Nisan, Aziz Mark Bayramı arifesiydi. Çoğu insan için Aziz Mark Bayramı sessizce gelip geçerdi. Okul tatil olmazdı. Hediye verilmezdi. Kostüm veya festivaller yoktu. Aziz Mark Günü indirimleri, mağaza raflarında Aziz Mark Günü kartları, yılda sadece bir kere yayınlanan özel televizyon programları yoktu. Kimse takviminde 25 Nisan’ı işaretlemezdi. Hatta yaşayanların çoğu Aziz Mark’ın şerefine adının bir güne verildiğinden bile habersizdi.

Ama ölüler hatırlardı.

The raven boys

Blue, taş duvarda titreyerek otururken en azından, en en azından bu yıl yağmur yağmıyor diye düşündü.

Burası, her Aziz Mark arifesinde Maura ve Blue’nun geldiği yerdi: ismi hatırlanamayacak kadar eski, terk edilmiş bir kilise. Henrietta’nın dışındaki sıkı ormanlık tepelerde, dağlara hâlâ birkaç mil uzaklıkta kalan harabenin içi çökmüştü. Yalnızca dış cephesi yerinde duruyordu; tavan ve zemini uzun zaman önce içeri doğru yıkılmıştı. Çoktan çürümemiş ne varsa aç sarmaşıkların ve ekşi kokulu fidanların altında kalmıştı. Kiliseyi çevreleyen taş duvar, yalnızca bir tabutun ve tabutu taşıyanların geçebileceği genişlikte bir geçitle bölünüyordu. Yabancı otlara karşı dayanaklı görünen inatçı bir patika, eski kilisenin kapısına doğru ilerliyordu.

“Ah,” diye tısladı Neeve, duvarda Blue’nun yanına otururken dolgun ama şaşırtıcı derecede zarifti. Blue, Neeve’in garip biçimde güzel olan elleri karşısında onu ilk kez görüşündeki gibi şaşkınlık içindeydi. Tombul bilekleri yumuşak, çocuksu avuçlara ve oval tırnaklı ince parmaklara kavuşuyordu.

“Ah,” diye mırıldandı Neeve yine. “Bu gece, öyle bir gece.”

başlık

Bunu şöyle söylemişti: “Bu gece, öyle bir gece,” ve böyle söylediğinde Blue hafiften tüylerinin ürperdiğini hissetmişti. Blue, son on Aziz Mark arifesinde annesiyle birlikte nöbet tutmuştu ama bu gece farklı hissettiriyordu.

Bu gece, öyle bir geceydi.

Bu yıl, bir ilk olarak, ve Blue’nun anlamadığı sebeplerden, Maura kendisi yerine Neeve’i kilise nöbetine göndermişti. Annesi, Blue’ya her zamanki gibi gidip gitmeyeceğini sormuştu, ama bu aslında gerçek bir soru değildi. Blue hep gitmişti, bu sefer de gidecekti. Aziz Mark arifesi için bir plan yapmış değildi zaten. Ama bu sorunun sorulması gerekiyordu. Maura, Blue doğmadan bir süre önce, çocuklara emir verilmesinin barbarca olduğuna karar vermişti. Bu yüzden Blue, emreden soru işaretleriyle çevrelenerek büyümüştü.

Blue üşümüş ellerini açıp kapadı. Parmaksız eldivenlerinin uçları yıpranıyordu. Geçen yıl eldivenleri örerken kötü bir iş çıkarmıştı ama eldivenlerinin kendine özgü salaş-ama-şık bir tarafı vardı. Bu kadar gösterişçi olmasaydı Noel’de hediye edilen sıkıcı ama kullanışlı eldivenlerini giyebilirdi. Ama gösterişçiydi işte. Bu yüzden, son derece havalı ancak bir o kadar da havadar, yıpranmış parmaksız eldivenlerini takıyordu. Ve etrafta Neeve ile ölüler dışında eldivenlerini görecek kimse yoktu.

başlık

Henrietta’da nisan günlerinin genellikle açık ve nazik geçen havası, uyuyan ağaçları tomurcuklanmaya ve aşk sarhoşu uğur böceklerini pencere camlarına çarpmaya ikna ederdi. Ama bu gece öyle değildi. Bu gece, kış gibi hissettiriyordu.

Blue saatine bir bakış attı. On bire birkaç dakika kalmıştı. Eski efsaneler, kilise nöbetinin gece yarısında olmasını öneriyordu ama ölüler dakik olma konusunda kötüydü, özellikle de gökyüzünde ay olmadığı zamanlarda.

Sabırlı olma eğilimi göstermeyen Blue’nun aksine Neeve, eski kilisenin duvarında görkemli bir heykel gibi duruyordu: ellerini kavuşturmuş, ayak bileklerini uzun yün eteğinin altında üst üste atmıştı. Kendi içine doğru sokulmuş, kısa ve zayıf haliyle Blue tedirgin, kör bir yaratık heykelciğiydi. Bu gece, Blue’nun sıradan gözlerine göre bir gece değildi. Kâhin ve psişiklere, cadı ve medyumlara göre bir geceydi.

Diğer bir deyişle, ailesinin geri kalanına göre.

Neeve sessizliği bölerek sordu, “Bir şey duyuyor musun?” Karanlıkta gözleri parlıyordu.

“Hayır,” diye cevap verdi Blue çünkü duymuyordu. Sonra Neeve’in bir şey duyduğu için mi sorduğunu merak etti.

başlık

Neeve, onu, internet sitesindeki fotoğraflarında takındığı bakışla izliyordu -bilinçli olarak rahatsız edici, uhrevi olan ve normalden birkaç saniye daha uzun süren o dik bakışıyla. Neeve geldikten birkaç gün sonra, Blue bu bakıştan Maura’ya söz edecek kadar rahatsız olmuştu. İkisi beraber tek kişilik banyoya tıkışmıştı. Blue okul, Maura ise iş için hazırlanıyordu.

Blue, koyu renkli saçlarının farklı farklı tutamlarını atkuyruğuna yeniden tutturmaya çalışırken “Gözlerini öyle dikmek zorunda mı ki?” diye sormuştu.

Annesi duşta, buğulanmış cama desenler çiziyordu. Gülmek için durmuştu, çizdiği kesişen çizgilerden teninin küçük bir kısmı görünüyordu. “Ah, o sadece Neeve’in imzası.”

Blue, tanınabilecek daha iyi şeyler olduğunu düşünmüştü.

Kilise avlusunda Neeve, esrarengiz bir tavırla “Duyulacak çok şey var,” dedi.

Doğru söylemek gerekirse, yoktu. Yaz mevsiminde dağ etekleri vızıldayan böcekler, karşılıklı cıvıldaşan alaycı kuşlar ve arabalara bağıran kuzgunlarla canlanırdı. Ama bu gece, herhangi bir şeyin uyanık olması için çok soğuktu.

başlık

“Ben öyle şeyleri duymuyorum,” dedi Blue, Neeve’in hâlâ anlamamış olmasına biraz şaşırmıştı. Görülere son derece açık olan ailesinde Blue bir istisnaydı. Annesi, teyzeleri ve kuzenlerinin, çoğu insana gizli olan bir dünyayla yaptığı renkli konuşmalara yabancıydı. Ona dair özel olan tek şey kendisinin deneyimleyemeyeceği bir şeydi. “Konuşmaları ancak bir telefonun duyacağı kadar duyuyorum. Tek yaptığım başkaları için sesi açmak.”

Neeve hâlâ bakışlarını ayırmamıştı. “Demek bu yüzden Maura senin de gelmene bu kadar istekliydi. Her fal baktığında da seni yanında tutuyor mu?”

Blue bu fikirle titredi. 300 nolu Fox Way’e gelen müşterilerin hatırı sayılır bir bölümü, Maura’nın, geleceklerinde aşk ve para görmesini uman perişan kadınlardı. Tüm gün bunlarla eve tıkılı kalma düşüncesi bile dayanılmazdı. Blue, onu yanında tutarak psişik güçlerini artırmanın annesi için oldukça cezbedici bir fikir olduğunu biliyordu. Küçükken, Maura’nın ondan fal bakmaya katılmasını o kadar az istemesinin değerini anlayamamıştı. Şimdi ise Blue, başkalarının yeteneğini ne kadar çok geliştirdiğini anladığı için Maura’nın kendini dizginleyebilmesine hayran kalıyordu.

“Çok önemli bir fal olmadıkça hayır,” diye cevapladı.

the raven boys

Neeve’in bakışları sinir edici ve tüyler ürpertici arasındaki ince çizgide gidip geldi. “Gurur duyulacak bir şey, biliyorsun. Bir başkasının psişik yeteneğini güçlendirmek ender ve değerli bir şey.”

“Of, hadi oradan,” dedi Blue, kaba olmayacak bir şekilde. Komik olmaya çalışmıştı. Doğaüstü şeylerin ortağı olmadığı fikrine alışmak için on altı yılı olmuştu. Neeve’in bu konuda bir kimlik bunalımı geçirdiğini düşünmesini istemiyordu. Eldivenindeki ipliklerden birini çekiştirdi.

“Ayrıca kendi sezgi yeteneğini geliştirmen için daha çok zamanın var,” diye ekledi Neeve. Bakışları neredeyse açgözlüydü.

Blue cevap vermedi. Başkalarının geleceklerini söylemekle ilgilenmiyordu. Dışarı çıkıp kendi geleceğini bulmakla ilgileniyordu.

Neeve sonunda bakışlarını indirdi. Dalgın bir şekilde parmağını aralarındaki taşların kirinde gezdirirken “Kasabaya gelirken yolda bir okulun yanından geçtim,” dedi. “Aglionby Akademisi. Gittiğin okul orası mı?”

Blue’nun gözleri muziplikle büyüdü. Ama tabii ki Neeve bir yabancı olarak bilemezdi. Yine de, devasa bir taş bina ve Alman yapımı arabalarla dolu otoparktan, onların karşılayabileceği tarzda bir okul olmadığını anlaması gerekirdi.

“Erkek okulu o. Politikacıların oğullarıyla petrol krallarının oğulları için ve de” -Blue başka kimlerin çocuklarını Aglionby’a gönderecek kadar zengin olduğunu düşünürken zorlandı- “sus payıyla geçinen metreslerin oğulları için.”

the raven boys

Neeve yukarı bakmadan bir kaşını kaldırdı.

“Hayır, cidden berbatlar,” dedi Blue. Nisan, Aglionby oğlanları için kötü bir zamandı; havalar ısındıkça, yalnızca zenginlerin giymeye cüret edebileceği rüküş şortlar içindeki oğlanları taşıyan üstü açılabilen arabalar ortaya çıkıyordu. Hafta içi hepsi Aglionby forması giyiyordu: haki pantolon ve kuzgun armalı v-yaka bir süveter. Bu, yaklaşan orduyu tanımanın kolay bir yoluydu. Kuzgun çocuklar.

Blue devam etti, “Bizden üstün olduklarını ve üstlerine titremek için can attığımızı sanıyorlar. Ve her hafta sonu körkütük sarhoş olup Henrietta çıkış tabelasını spreyle boyuyorlar.”

Aglionby Akademisi, Blue’nun iki kuralını oluşturmasının bir numaralı sebebiydi. Bir, oğlanlardan uzak dur çünkü hepsi belalıydı. İki, Aglionby oğlanlarından uzak dur çünkü hepsi pislikti.

“Sen baya aklı başında bir gence benziyorsun,” dedi Neeve. Bu, Blue’nun canını sıkmıştı çünkü baya aklı başında bir genç olduğunu zaten biliyordu. Sargentların sahip olduğu kadar az paranız olduğunda, tüm konularda aklı başındalılık insanın içine küçükken işliyordu.

the raven boys

Neredeyse dolunay olan aydan gelen doğal ışıkta, Blue’nun gözleri Neeve’in kirde çizdiği şeye ilişti. “Bu ne?” diye sordu, “Annem de bunu çizmişti.”

“Öyle mi?” Diye sordu Neeve. Birlikte deseni incelediler. Birbiriyle kesişen, kıvrımlı üç çizgi, bir çeşit üçgen oluşturuyordu. “Ne olduğunu da söyledi mi?”

“Duşa kabin camına çiziyordu. Sormadım.”

Neeve, Blue’nun ensesinden aşağı nahoş bir ürperti gönderen, düz bir sesle “Rüyamda görmüştüm,” dedi. “Çizildiğinde nasıl duracağını görmek istedim.” Avucunu desenin üzerinden geçirdi, sonra aniden güzel ellerinden birini kaldırdı.

“Sanırım geliyorlar,” dedi.

Blue ve Neeve’in burada olmasının sebebi buydu. Her yıl, Maura, dizlerini çenesine çekmiş, hiçliğe doğru bakarak duvarın üstünde oturur ve Blue’ya tek tek isimler sayardı. Blue için kilise avlusu boş olurdu ama Maura’ya göre ölülerle doluydu. O an için ölü olanlarla değil, gelecek on iki ay içinde öleceklerin ruhlarıyla. Bu, Blue için bir sohbetin tek tarafını dinlemek gibiydi. Arada sırada annesi ruhları tanırdı ama çoğunlukla öne eğilip isimlerini sorması gerekirdi. Maura bir keresinde eğer Blue orada olmazsa ruhları ona cevap vermeye ikna edemeyeceğini açıklamıştı -ölüler, yanında Blue olmadan Maura’yı göremiyordu.

the raven boys

Blue, bazı şeyler için özellikle gerektiği hissinden hiç bıkmamıştı ama bazen gereken olmanın kullanışlı olmaya daha az benzemesini diliyordu.

Kilise nöbeti, Maura’nın en alışagelmedik hizmetlerinden biri için çok önemliydi. Müşterileri bu bölgede yaşadığı sürece, Maura onların veya aynı bölgede yaşayan sevdiklerinin gelecek on iki ay içinde ölüme mahkum olup olmadığı haberini vermeyi garantiliyordu. Kim bunun için para vermezdi ki? Pekala, doğru cevap şuydu: çoğu insan psişik güçlere inanmadığı için dünyanın büyük bir kısmı.

“Bir şey görebiliyor musun?” Diye sordu Blue. Duvardan bir not defteri ve kalem kapmadan önce uyuşmuş ellerini canlandırmak için ovuşturdu.

Neeve oldukça hareketsizdi. “Az önce bir şey saçıma dokundu.”

Blue’nun kollarından bir kez daha bir ürperti geçti. “Onlardan biri mi?”

başlık

Boğuk bir sesle, “Geleceğin ölüleri, geçitten geçip ceset yolunu takip etmek zorunda. Bu büyük ihtimalle senin enerjine çekilen başka bir… ruh. Senin böyle bir etki yaratacağını tahmin etmemiştim.”

Maura, diğer ölülerin de Blue’ya çekildiğinden hiç bahsetmemişti. Belki de onu korkutmak istememişti. Veya belki de Maura onları göremiyordu -belki o da diğer ruhlara karşı Blue kadar kördü.

Blue, yüzüne dokunan, Neeve’in kıvırcık saçlarını havalandıran en küçük esintiden bile rahatsız olacak kadar hassaslaşmıştı. Henüz gerçekten ölmemiş insanların görünmeyen uysal ruhları bir şey, yolun üstünde kalmaya mecbur olmayan hayaletler ise bambaşka bir şeydi. 

“Onlar-“ diye başladı Blue.

“Kimsin sen? Robert Neuhmann,” diye böldü Neeve. “Adın ne? Ruth Vert. Senin adın? Frances Powell.”

Neeve isimleri rica ederken Blue yetişmek için hızla karalayarak isimleri söylendikleri gibi geçirdi. Arada bir bakışlarını yola doğru kaldırıp bir şey yakalamaya çalışıyordu. Ama her zamanki gibi, etrafta sadece upuzun yabani otlar ve zar zor görünen meşe ağaçları vardı. Bir de kilisenin görünmez ruhları kabul eden karanlık ağzı.

Duyulacak veya görülecek hiçbir şey yoktu. Elindeki not defterine yazılmış isimler hariç ölülerin varlığını kanıtlayacak herhangi bir şey yoktu.

Belki de Neeve haklıydı. Belki Blue birazcık kimlik bunalımı yaşıyordu. Bazı günler, ailesini çevreleyen bütün mucize ve gücün ona evrak işi olarak geçmesi hiç de adil gelmiyordu.

başlık

En azından hâlâ bir parçası olabiliyorum, diye düşündü Blue ümitsizlikle. Gerçi kendini yalnızca bir rehber köpek kadar olayların içinde hissediyordu. Karanlıkta okuyabilmek için defteri yüzüne doğru kaldırıp yakına, yakına ve daha yakına getirdi. Yetmiş-seksen yıl önce popüler olan isimlerin listesi gibiydi: Dorothy, Ralph, Clarence, Esther, Herbert, Melvin. Ayrıca aynı soy adlardan da bolca vardı. Vadi, güçlü değilse bile geniş olan birkaç eski ailenin hakimiyetindeydi.

Blue bunları düşünürken Neeve’in sesi daha ısrarlı bir hal aldı.

“Adın ne?” Diye sordu. “Pardon. Adın ne senin?” Odaklanmış ifadesi yüzüne yakışmıyordu. Blue alışkanlıktan Neeve’in bakışlarını kilise avlusunun merkezine doğru takip etti.

Ve birini gördü.

Blue’nun kalbi, göğüs kafesine bir yumruk gibi çarptı. Kalp atışının diğer ucunda, o hâlâ oradaydı. Hiçbir şeyin olmaması gereken yerde biri duruyordu.

“Onu görüyorum,” dedi Blue. “Neeve, onu görüyorum.”

Blue, her zaman ruh geçidinin düzenli olduğunu hayal etmişti. Ama bu ruh yolunu şaşırmıştı, tedirgindi. Kumaş pantolon ve kazak içinde, saçı dağılmış genç bir erkekti. Tam olarak saydam değildi ama tam olarak orada da değildi. Silueti, kirli su gibi bulanıktı ve yüzü seçilmiyordu. Gençliği dışında onu ayırt edecek hiçbir kişisel özelliği yoktu.

başlık

Çok gençti -alışması en zor kısım buydu.

Genç adam, Blue izlerken durdu ve parmaklarını burnuyla şakağının yanına koydu. Bu öylesine yaşam dolu bir hareketti ki Blue’nun midesi hafiften bulanmaya başladı. Ardından genç adam sanki arkadan iteklenmiş gibi öne doğru sendeledi.

“İsmini öğren,” diye tısladı Neeve. “Bana cevap vermiyor ve benim diğerlerininkini almam lazım!”

“Ben mi?” Diye cevapladı Blue ama çoktan kayarak duvardan inmişti. Göğüs kafesinin içinde kalbi hâlâ güm güm atıyordu. Kendini biraz aptal gibi hissederek sordu, “Adın ne?”

Genç adam onu duymuşa benzemiyordu. Bir tanıma belirtisi göstermeden kilise kapısına doğru yavaş ve afallamış bir halde yeniden hareket etmeye başladı.

Ölüme böyle mi yürüyoruz? diye merak etti Blue. Bilinçli bir final yerine tökezleyen bir yok oluşla mı?

Neeve diğerlerine soru sormaya yeniden başlarken Blue başıboş gezen ruha doğru ilerledi.

Genç adam, alnını avuçlarına gömerken Blue güvenli bir mesafeden sordu. “Kimsin sen?” Blue, vücudunun hiç ana hattı olmadığını ve yüzünün tamamen detaysız olduğunu görebiliyordu. Sahiden, onu bir insan şekline sokan hiçbir şeyi yoktu. Yine de Blue bir oğlan görüyordu. Bir şey, ruhun ne olduğunu gözlerine söylemiyor olsa da aklına söylüyordu.

başlık

Tahmin ettiğinin aksine, onu görmenin hiç heyecan uyandırıcı bir tarafı yoktu. Sadece, Bir yıl içinde ölecek diye düşünebiliyordu. Maura buna nasıl katlanıyordu?

Blue sessizce yakınlaştı. Genç adam yürümeye tekrar başladığında ona dokunabilecek kadar yakınındaydı ama o hâlâ Blue’yu gördüğüne dair bir işaret göstermiyordu.

Onun bu kadar yakınındayken Blue’nun elleri donuyordu. Kalbi donuyordu. Kendilerine ait sıcaklığı olmayan görünmez ruhlar enerjisini emiyor, kollarındaki tüyleri ürpertiyordu.

Genç adam, kilisenin girişinde durdu. Blue, genç adam kiliseye adım attığı anda adını öğrenme şansını kaybedeceğini biliyordu. Biliyordu işte.

Öncekinden daha yumuşak bir şekilde “Lütfen,” dedi Blue. Ellerinden birini uzatarak genç adamın orada-olmayan kazağının ucuna dokundu. Soğuk, korku gibi içine akın etti. Ona her zaman söylenen şeyle kendini sakinleştirmeye çalıştı: Ruhlar, tüm enerjilerini etrafındakilerden alır. Hissettiği her şey genç adamın görünür kalmak için onu kullanmasından ibaretti.

Yine de hissettiği şey korkuya oldukça benziyordu.

“Bana adını söyler misin?” Diye sordu.

Genç adam ona dönünce Blue şok içinde onun bir Aglionby kazağını giydiğini fark etti.

“Gansey,” dedi genç adam. Sesi kısık olsa da bir fısıltı değildi. Neredeyse duyulamayacak kadar uzak bir yerden gelen gerçek bir sesti.

başlık

Blue, genç adamın karmakarışık saçına, ona bakan gözlerindeki imaya ve kazağındaki kuzguna bakmayı bırakamıyordu. Daha kopmamış bir fırtına yüzünden genç adamın omuzlarının sırılsıklam olduğunu ve kıyafetlerinin geri kalanının yağmur damlalarıyla lekelendiği gördü. Bu kadar yakından, genç adama mı yoksa ruhlara mı özgü olduğundan emin olamadığı nanemsi bir koku alıyordu.

Genç adam çok gerçekçiydi. Sonunda yaşandığında, Blue, sonunda onu gördüğünde hiç de büyülü hissetmemişti. Bir mezara bakmış ve mezarın da kendisine baktığını görmüş gibi hissetmişti.

“Hepsi bu mu?” Diye fısıldadı.

Gansey gözlerini kapadı. “Hepsi bu.”

Dizlerinin üstüne düştü -gerçek bir vücudu olmayan oğlan için sessiz bir hareketti. Bir elini çamurun içinde açmış, parmaklarını toprağa bastırmıştı. Blue, kilisenin karanlığını, Gansey’nin omzunun kavisli şeklinden daha net görüyordu.

“Neeve,” dedi Blue. “Neeve, o -ölüyor.”

Neeve yerinden kalkıp Blue’nun tam arkasında durarak “Daha değil.” diye cevapladı.

Gansey, artık neredeyse tamamen yok olmuştu. Giderek kiliseye karışıyordu -veya kilise giderek ona karışıyordu.

Blue’nun sesi beklediğinden daha hırıltılı çıktı. “Neden -neden onu görebiliyorum?”

Neeve, ya daha fazla ruh geldiği için ya da artık gelmediği için -Blue ayırt edemiyordu- omzundan geriye bir bakış attı. Bakışlarını geri çevirdiğinde Gansey tamamen yok olmuştu. Blue şimdiden sıcaklığın tenine geri döndüğünü hissediyordu ama ciğerlerinin arkasında bir şey buz gibiydi. İçinde tehlikeli, yiyip bitirici bir üzüntü ortaya çıkmışa benziyordu: yas ya da pişmanlık.

“Görü yeteneğine sahip olmayan birinin Aziz Mark arifesinde bir ruh görmesinin yalnızca iki nedeni olabilir Blue. Ya gerçek aşkı sensin,” dedi Neeve. “Ya da onu öldürdün.”

Bu yazının redaktörlüğünü Aylin Efe yapmıştır.

Kapak görselindeki çizim @a-ravengirl‘e aittir.

Beğenebileceğiniz diğer yazılar:

Yazıyı burada paylaş:

Kitapların kahramana dönüştüğü yer.
İnternet sitesi http://bibliyoraf.com
Yazı oluşturuldu 328

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Benzer yazılar

Aramak istediğinizi üstte yazmaya başlayın ve aramak için enter tuşuna basın. İptal için ESC tuşuna basın.