Ön Okuma: Six Crimson Cranes

Ön Okuma: Six Crimson Cranes

Bu ay, geçtiğimiz günlerde Şafağı Ör kitabıyla Türk okuyucularıyla buluşan Elizabeth Lim’in temmuz ayında çıkan ve çıktığı günden beri okurların gündeminden düşmeyen Six Crimson Cranes’in ön okumasını çevirelim dedik. Çevirmenimiz Buse Olçay tarafından çevrilen bu ön okuma umarız ki hoşunuza gider. İyi okumalar dileriz. Six Crimson Cranes

1: Bu metin Buse Olçay tarafından Bibliyoraf.com için çevrilmiştir. Çevirmenin ve Bibliyoraf’ın izni olmadan başka bir sitede kullanılamaz.

Sürgünde bir prenses, şekil değiştiren bir ejderha, altı büyülü turna kuşu ve ağza alınmaz bir lanet…

Kiata’nın tek prensesi Shiori’anma’nın bir sırrı vardı. Damarlarında yasak büyü akıyordu. Genelde bunu çok iyi gizlerdi ama nişan töreninin sabahında Shiori kontrolünü kaybetmişti. Hatası, hiç istemediği düğünü engellendiğinde bir talih kuşu gibi hissetmiş olmasıydı. Ama bu aynı zamanda üvey annesi Raikama’nın da ilgisini çekmişti.

Kendisi de bir büyücü olan Raikama, abilerini turna kuşlarına dönüştürdükten sonra genç prensesi de sürgün etti. Shiori’yi lanetten kimseye bahsetmemesi için uyardı çünkü ağzından kaçacak her kelime abilerinden birinin ölümüne neden olacaktı.

Parasız, sessiz ve yalnız bir halde, Shiori abilerini aradı ve tahtı ele geçirmek üzere yapılmış karanlık bir komployu keşfetti. Yalnızca Shiori krallığı eski haline getirebilirdi ama bunu başarabilmek için kâğıttan bir kuşa, değişken bir ejderhaya ve evlenmemek için çok uğraştığı delikanlıya güvenmesi gerekiyordu. Ve tüm hayatı boyunca inkâr etmesi tembih edilen büyüyü benimsemeliydi. Ne pahasına olursa olsun.


Bölüm Bir

Gölün tabanının tadı çamur, tuz ve pişmanlık gibiydi. Su o kadar bulanıktı ki gözlerimi açık tutmak ıstırap veriyordu ama yüce tanrılara şükürler olsun ki açık tutabilmiştim. Aksi halde, ejderhayı kaçırırdım.

Ejderha, hayal ettiğimden daha küçüktü. Yaklaşık olarak bir kayık boyutundaydı, parlayan yakut gözleri ve en saf yeşim kadar yeşil pulları vardı. Hiç de efsanelerin iddia ettiği gibi kasaba boyutlarında, savaş gemilerini büsbütün yutacak kadar büyük bir yaratık değildi.

Yüzerek, yuvarlak kırmızı gözleri benimkileri yansıtacak kadar yakınıma geldi.

Boğulmamı izliyordu.

Yardım et, diye yalvardım. Nefessiz kalmıştım ve dünyam kararmadan önce hayatımdan geriye sadece birkaç saniyem kalmıştı.

Ejderha tüylü kaşlarından birini kaldırarak beni inceledi. Bir an için yardım edeceğini ummaya cüret ettim. Ama kuyruğunu boğazıma doladı ve sıkarak kalan son nefesimi kesti.

Geriye dönüp baktığımda, sanırım hizmetçilerime Kutsal Göl’e atlayacağımı söylememem gerekirdi. O sabah hava dayanılamaz derecede sıcak olduğu için söyleyivermiştim. Dışarıdaki kasımpatı çalıları bile solmuş, limon ağaçlarının üzerinde süzülen çaylak kuşları ötemeyecek kadar kavrulmuşlardı. Göle dalmanın, nişan törenime -veya benim söylemeyi tercih ettiğim şekilde, geleceğimin hazin sonuna- katılmaktan daha mantıklı bir alternatif gibi görünmesi de cabasıydı.

Ne yazık ki hizmetçilerim bana inandılar ve haberi Baba’nın kulağına iblisalevinden bile hızlı gitti. Dakikalar sonra ağabeylerimden birini -sert yüzlü muhafızlar eşliğinde- beni almaya göndermişti.

Six Crimson Cranes

İşte buradaydım, yılın en sıcak gününde, sarayın dolambaçlı koridorları boyunca geleceğimin hazin sonuna doğru güdülüyordum.

Güneşle aydınlanan bir başka koridorda abimin peşinden giderken elbisemin koluyla oynayıp esneyişimi kapatıyormuşum gibi yaparak içine baktım.

“Bırak esnemeyi,” diye azarladı Hasho.

Kolumu indirip yeniden esnedim. “Şu anda yeterinde esnersem, Baba’nın önünde esnemek zorunda kalmam.”

“Shiori…”

“Saçların bin kere taranacak diye sabahın köründe uyandırılmayı bir dene bakalım,” diye karşılık verdim. “Şu tanrının gazabı ipeğin içinde yürümeyi dene.” Kollarımı kaldırdım ama elbisemin yenleri o kadar ağırdı ki havada zar zor tutabiliyordum. “Şunlara bak! Deniz aşırı yolculuğa çıkan bir geminin yelkenlerine yetecek kadar kumaş var!”

Hasho’nun dudaklarından bir gülümseme geldi geçti. “Tanrılar dinliyor, canım kardeşim. Böyle yakınmaya devam et de, onlara yaptığın her saygısızlık için nişanlının bir su çiçeği izi olsun.”

Nişanlım. Zihnim, tatlı fasulye ezmesi tarifi için saray aşçısını ikna etmek veya daha da iyisi, bir gemiye kaçak binip Taijin Denizi boyunca yolculuk yapmak gibi daha keyifli düşüncelere kayarken, nişanlım hakkındaki her söz bir kulağımdan girip diğerinden çıktı.

İmparatorun tek kızı olduğum için başkent Gindara’nın dışına yolculuk etmek şöyle dursun, herhangi bir yere gitmeme bile asla izin verilmezdi. Bir yıl sonra ise öyle bir kaçamak için fazla büyümüş olacaktım. Ve de fazlasıyla evli.

Six Crimson Cranes

Tüm bunların küçük düşürücülüğü yüksek sesle iç çekmeme sebep oldu. “Öyleyse yandım. Nişanlım korkunç gözükecek.”

Abim kıkırdadı ve beni öne doğru itti. “Hadi, daha fazla sızlanma. Neredeyse geldik.”

Gözlerimi devirdim. Hasho on yedi değil de yetmiş yaşındaymış gibi konuşmaya başlıyordu. Altı abimin içinden en çok onu severdim -benim kadar keskin zekâsı olan tek abim oydu. Ama prens olmayı aşırı ciddiye almaya başladığından ve tüm sivriliğini haylazlık yerine satranç oyunlarına harcadığından dolayı artık ona söyleyemeyeceğim bazı şeyler vardı.

Elbisemin kolunun içinde saklı olan şeyler gibi mesela.

Kolumda bir hareketlenme hissedince dirseğimi kaşıdım.

Ne olur ne olmaz diye elbisemin geniş kollarını sıkıştırdım. Hasho elbisemin kıvrımları arasında ne sakladığımı bilseydi azarından asla kaçamazdım.

Onun veya Baba’nın.

“Shiori,” diye fısıldadı Hasho, “Elbisenin neyi var?”

Kolumdaki bir noktayı ovuşturuyormuş gibi yaparken, “Kumaşı lekeledim zannettim,” diye yalan söyledim. “Bugün hava çok sıcak.” Dışarıya, dağlara ve göle doğru bakıyor numarası yaptım. “Sıkıcı bir törene gitmektense dışarıda yüzmek istemez miydin?”

Six Crimson Cranes

Hasho beni şüpheyle süzdü. “Shiori, konuyu değiştirme.”

Başımı eğdim, pişman gözükmek için elimden geleni yapıyordum. O sırada gizlice elbisemin kolunu düzelttim. “Haklısın, abi. Büyüme vaktim geldi artık. Teşekkür ederim… Şey için… Şey…”

Kolumda bir başka bir kıpırtı daha olunca sesi bastırmak için dirseğime bir şaplak attım. Sırrım gittikçe hareketleniyor ve elbisemin kumaşını dalgalandırıyordu.

“Nişanlımla tanışmaya giderken bana eşlik ettiğin için,” diye bitirdim aceleyle.

Misafir kabul salonuna doğru hızla yürüdüm ama Hasho elbisemin kolunu yakaladı ve havaya kaldırıp iyice salladı.

Bir yusufçuk kadar küçük ve hızlı, kâğıttan bir kuş dışarıya fırladı. Kafasındaki mürekkep lekesi gibi kırmızı nokta ile uzaktan küçük bir serçeye benziyordu. Kolumdan abimin kafasına doğru uçtu, narin kanatlarını hızla çırparak yüzünün önüne geçti.

Hasho’nun ağzı açık kaldı ve gözleri fal taşı gibi açıldı.

Elbisemin kolunu açarak, “Kiki!” diye fısıldadım aceleyle. “İçeri gir!”

Kiki sözümü dinlemedi. Hasho’nun burnuna kondu ve sevgisini göstermek için kanadıyla okşadı. Omuzlarımdaki gerginlik geçti, hayvanlar Hasho’yu daima sevmişlerdi ve Kiki’nin tıpkı beni büyülediği gibi onu da etkileyeceğine emindim.

Ardından abim Kiki’yi yakalamak için elleriyle yüzünün önüne saldırdı.

“Ona zarar verme!” diye haykırdım.

Kiki yukarı doğru uçtu, abimin avucundan kıl payı kaçmıştı. Pencereleri kapatan ahşap panjurlara çarptı, koridor boyunca ilerleyerek açıp bir pencere aradı.

Peşinden gidiyordum ki Hasho beni yakaladı, terliklerim ahşap zeminde kayana kadar sıkıca tuttu.

Six Crimson Cranes

“Bırak gitsin,” dedi kulağıma doğru. “Bunun hakkında sonra konuşacağız.”

Muhafızlar kapıları açtılar ve Baba’nın vekillerinden biri geldiğimi duyurdu: “Prenses Shiori’anma, İmparator Hanriyu’nun en küçük çocuğu, tek kızı ve de merhum İmparatoriçenin-”

İçerde, babam ve refakatçisi üvey annem devasa bir salonun en ucunda oturuyordu. Hava sabırsızlıkla uğuldadı, saray mensupları terli alınlarını silmek için nemli mendillerini tekrar tekrar katlıyordu. İmparator’un önünde eğilen Lord Bushian ve oğlunun –yani nişanlımın- sırtlarını gördüm. Eşikte donakalmış halimi yalnızca üvey annem fark etmişti. Başını hafifçe eğdi ve solgun gözlerini benimkilere kilitledi.

Sırtımdan aşağıya bir ürperti indi. Aniden, töreni atlatırsam onun gibi -soğuk, mutsuz ve yalnız- olacağımdan korktum. Daha da beteri, Kiki’yi bulamazsam onu başkası bulabilirdi ve sırrım Baba’ya ulaşırdı.

Sırrım: Kâğıttan bir kuşa büyüyle hayat vermemdi.

Yasak büyüyle.

Six Crimson Cranes

Kapıdan uzaklaştım ve beni durduramayacak kadar korkmuş görünen Hasho’yu iterek ilerledim.

“Prenses Shiori!” diye bağırdı muhafızlar. “Prenses!”

Kiki’nin ardından koşarken tören ceketimi çıkardım. Sadece üzerindeki işlemeler bile bir gözcü zırhı ağırlığındaydı, omuzlarım ve kollarımı bu yükten kurtarmak kanatlanmışım gibi hissettirdi. İpek yığınını koridorun ortasında bıraktım ve pencerenin birinden bahçeye atladım.

Güneş ışığı çok güçlüydü, Kiki’yi kaçırmamak için gözlerimi kıstım. Kiraz ağaçlarıyla dolu meyve bahçesini, sonra da narenciye ağaçlarını geçmiş, coşkulu uçuşuyla dallardaki çaylak kuşlarının etrafa kaçışmasına sebep olmuştu.

Kiki’yi odamda, mücevher kutumun içine saklı halde bırakmayı planlamıştım ama kanat çırparak hapishanesine o kadar şiddetle vurmuştu ki ben törendeyken bir hizmetçinin onu bulacağından korkmuştum.

Onu yanımda götürmek daha iyi olur, diye düşünmüştüm.

“Uslu olacağına söz veriyor musun?” demiştim.

Six Crimson Cranes

Kiki başını sallamış, ben de bunu evet olarak kabul etmiştim.

Hata yapmıştım.

İblisler canımı alsın Kiata’daki en büyük aptal bendim! Ama insaflı olduğum için kendimi suçlamayacaktım, insafım kâğıttan bir kuşa karşı olsa bile.

Kiki benim kâğıttan kuşumdu. Abilerim büyüyüp prenslik görevleriyle meşgul olmaya başladıklarında ben bir başıma kalmıştım. Kiki beni dinlemiş, sırlarımı ortak olmuş ve beni güldürmüştü. Her gün daha da canlanmış, arkadaşım olmuştu.

Onu geri getirmeliydim.

Kâğıttan kuşum Kutsal Göl’ün ortasında bir yere indi, daha az önce sabahımı alt üst etmemiş gibi gölün dingin sularında soğukkanlı bir sakinlikle süzüldü.

Ona ulaştığımda nefes nefese kalmıştım. Dış katı olmadan bile elbisem o kadar ağırdı ki zar zor nefes alabiliyordum.

“Kiki!” Dikkatini çekmek için suya bir çakıl taşı fırlattım ama o daha da uzağa yüzmekle yetindi. “Oyun oynamanın sırası değil.”

başlık

Ne yapacaktım? Ne kadar küçük olursa olsun, büyü yeteneğim olduğu ortaya çıkarsa Kiata’dan sonsuza kadar sürülürdüm – üçüncü dereceden yabancı bir lordla evlenmek zorunda kalmaktan da kötü bir kaderdi bu.

Telaş içinde, elbisemden sıyrılmakla uğraşmadan terliklerimi fırlatarak çıkardım.

Ve göle atladım.

Sarayın içinde kalıp kaligrafi çalışmaya ve zither çalmaya zorlanan bir kıza göre iyi bir yüzücüydüm. Bunun için abilerime minnettardım; onlar büyümeden önce yaz akşamları dalmak için bizzat bu göle kaçardık. Bu suları iyi biliyordum.

başlık

Kiki’ye doğru atıldım, güneşin sıcaklığı sırtımı karıncalandırıyordu ama Kiki suda daha derine battı. Elbisemin katları etrafıma sıkıca sarılmıştı, eteklerim ne zaman tekme atsam bacaklarıma dolanıyordu. Yorulmaya başladım ve göl beni aşağı çekerken gökyüzü bir anda kayboldu.

Boğulurken su yüzüne çıkmak için çırpındım. Ne kadar çabalarsam o kadar hızlı batıyordum. Sarmal haline gelmiş uzun siyah saçlarım etrafımda bir hortum gibi süzülüyordu. İçim dehşetle doldu ve boğazım yandı, nabzım kulaklarımda deli gibi atıyordu.

Elbisemin üstündeki altın kuşağı çözdüm ve eteklerimi çekiştirdim ama ağırlıkları beni aşağıya, daha aşağıya çekiyordu. Ta ki güneş yalnızca üzerimde parlayan bir ışık huzmesi olana kadar.

Sonunda yırtarak eteklerimden kurtuldum ve kendimi yukarı ittim ama çok derindeydim. Nefessiz kalmadan su yüzüne geri ulaşmamın hiçbir yolu yoktu.

Ölecektim.

Öfkeyle tekme atarak nefes almak için boğuştum ama hiçbir yararı yoktu. Paniklememeye çalıştım. Panik yapmak yalnızca daha hızlı batmamı sağlardı.

Ölüm tanrısı Lord Sharima’en benim için geliyordu. Kaslarımdaki yakıcı ağrıyı ve boğazımdaki şişliğin acısını uyuşturacaktı. Kanım soğumaya başladı ve göz kapaklarım kapanmaya-

İşte o an ejderhayı gördüm.

İlk bakışta yılan gördüğümü düşünmüştüm. Yüzyıllardır kimse bir ejderhayla karşılaşmamıştı, uzaktan sanki üvey annemin evcil hayvanlarından biri gibi görünüyordu. En azından pençelerini görene kadar öyle gibi gelmişti.

Bana doğru süzüldü ve uzun, ince gümüş çizgilere benzer bıyıklarına dokunabileceğim kadar yakınıma geldi.

Elini uzatmıştı. Kiki, ejderhanın avucunun üstünde, iki pençesinin arasında sıkışmış haldeydi.

Bir an için heyecanla canlandım. Tekme attım, ulaşmaya çalıştım. Ama hiç gücüm kalmamıştı. Nefesim de. Dünyam daralıyor, tüm renkler soluyordu.

Gözlerinde sinsi bir ışıltıyla bakan ejderha, elini kapadı. Kuyruğu arkadan beni yakaladı ve boğazımı sardı.

Ve kalbim son bir kez çarptı.

Bu yazının redaktörlüğünü Aydan Yalçın yapmıştır.

Beğenebileceğiniz diğer yazılarımız:

Yazıyı burada paylaş:

Kitapların kahramana dönüştüğü yer.
İnternet sitesi http://bibliyoraf.com
Yazı oluşturuldu 328

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Benzer yazılar

Aramak istediğinizi üstte yazmaya başlayın ve aramak için enter tuşuna basın. İptal için ESC tuşuna basın.