Sanal gerçeklik, gün geçtikçe haberlerde daha sık duyduğumuz yeni bir konu. Bilimkurguda ise sanal gerçeklik yıllardır karşımıza çıkıyor. Bu konuda yazılmış romanlardan biri ise Genç Timaş’ın yakın zamanda çıkardığı Beyaz Odadaki Çocuk. Bugün sizlerle Beyaz Odadaki Çocuk hakkında düşüncelerimi paylaşacağım. İyi okumalar!
Beyaz Odadaki Çocuk’un Konusu
Karl Olsberg’in yazdığı Beyaz Odadaki Çocuk, Manuel’in uyanmasıyla başlıyor. Manuel, beyaz bir odada uyanıyor ve ne geçmişini ne ismini hatırlıyor. İçinde bulunduğu durumu anlamaya çalışırken yapay bir ses duyuyor. Gelen sesin sahibi Alice, ona sanal bir odada bulunduğunu ve hasta olduğunu söylüyor. Manuel içinde bulunduğu durumu kavramaya çalışırken kendisi hakkında bilgi edinmeye uğraşıyor. Hafızası kaybolmuş ve kim olduğuna dair hiçbir fikri yokken, aklındaki sorulara cevap bulabilecek mi?
Manuel, kendini ve geçmişi öğrenmek için bir arayışa çıkıyor. Biz de arayışını, gerçeği elde etme yolunda yaptıklarını ve kimliğini bulma çabasını okuyoruz. Hafıza kaybı ise onun önündeki en büyük engellerden biri, çünkü kime güveneceğini alsa bilmiyor.
Gerçekler, Yalanlar ve Ters Köşeler
Manuel’in hafıza kaybı yüzünden tam olarak gerçek bilgiye ulaşıp ulaşmadığımızı hiçbir zaman bilmiyoruz. Kesin güvenilir olan bilgi kaynakları yok ve yalanlar da ona hiç yardımcı olmuyor. Kitap boyunca ana karakter de okuyucu da kime inanabileceğini bilmiyor. Bu durum, kitabın bana ilginç gelen yanlarından biri. Yazar ters köşeler yaparken bu belirsizlikleri kullanmış. Okurken sık sık şaşırdığım yerler oldu ve beklemediğim ters köşelerle karşılaştım. Beklenmedik olayları genellikle severek okudum fakat devamlı gelen ters köşeler sonlara doğru beni yordu. Her ne kadar şaşırtıcı olayları sevsem de “Bu kadar da olmaz!” dediğim yerler oldu. Özellikle kitabın sonralarında, artık daha fazla sürpriz olmasın istedim. Her şeyin belli bir dozu var ancak bazen sevdiğimiz şeylerin fazlası da hoş olmuyor. Bunlara rağmen kitabı okumak, bu şaşırtmacalar sayesinde çok heyecanlıydı.
Manuel’in Yolculuğu
Ana karakterimiz Manuel’in en sevdiğim yanı, asla pes etmeden gerçeği aramasıydı. Kendi gerçekliğini ararken uzun bir yolculuk yaşadı ve ben de aynı merakla ona eşlik ettim. Beyaz Odadaki Çocuk’u sonuna kadar sonraki sayfada ne olacak merakı ile okudum. Manuel’in yolculuğu boyunca ona bir kitap eşlik ediyor: Alice Harikalar Diyarında. Romanda birçok yerde bu kitap Manuel’e yol gösterdi ve yolculuğunda onun için önemli bir kitap oldu. Açıkçası bu çok hoşuma gitti, çünkü Alice Harikalar Diyarında, Manuel gibi benim de sevdiğim bir kitap.
Manuel, başta sadece geçmişini ve kimliğini ararken kendine birçok soru soruyor. Bunların en başında gelen ise “Ben kimim?” sorusu. Bu tarz soruları ve gerçek-yalan temasını içerdiği için Beyaz Odadaki Çocuk, aynı zamanda felsefî bir kitap. Yaşadığı maceraları okurken içinde bulunduğu durum ve sorduğu sorular insanı düşündürüyor. Böylece Beyaz Odadaki Çocuk, sadece bilimkurgu kitabı olarak kalmamış oluyor. Eğer kitaplardaki felsefî temalardan hoşlanıyorsanız, Beyaz Odadaki Çocuk kesinlikle hoşunuza gidecektir.
Gerçeğe Yakın Bir Bilimkurgu
Romanın sevdiğim diğer bir yanı ise gerçeğe yakın bir bilimkurgu olmasıydı. Bazen bu tür kitaplarda bilimkurgu için bile sınırları zorlayan, fantastik denebilecek olaylar oluyor. Onları da seviyorum ama bazen bilimkurgu ile fantastik arasındaki ince çizgiyi aşıyorlar. Fakat Beyaz Odadaki Çocuk‘ta böyle bir durum yoktu. Kitaptaki bilimle ilgili her öge bana çok mantıklı ve gerçekleşebilir geldi. Ayrıca kitabın yazarı Olsberg, yapay zeka konusunda bir uzmanmış ve bilime oldukça ilgiliymiş. Bu tarz konularla önceden de ilgili olması, kitabı yazarken ona mutlaka yardımcı olmuştur.
Kitabın çoğunda sanal gerçeklikle ilgili olaylar okuyoruz, fakat sona yaklaştığımızda farklı konulara da geçiyor. Son sayfalarda yazar öyle açıklamalar yapıyor ki o konulardan yepyeni bir roman yazılabilir. Zaten Olsberg de öyle yapmış ve Beyaz Odadaki Çocuk‘a bir devam kitabı yazmış. The Girl in a Strange Land, aynı dünyada yeni karakterler ile geçen bir roman. Kitap henüz Türkçeye çevrilmedi, ancak göründüğü kadarıyla serinin devamında Manuel’i göremeyeceğiz. Eğer çevrilirse, bu distopyayı merak ettiğim için kitabı okumayı düşünüyorum.
Olsberg’in Akıcı Kalemi ve Yaratıcılığı
Kitabın sevdiğim ve sevmediğim bazı yanlarından bahsettim. Fakat kitabın en sevdiğim yanı, akıcı ve merak uyandırıcı olmasıydı. Son zamanlarda çok kitap okuyamama rağmen Beyaz Odadaki Çocuk‘u kısa sürede bitirdim. Romanda sürekli yeni olaylar gerçekleşiyor veya yeni bilgiler öğreniyoruz. Hep ilerleme hâlinde ve bir noktada çok uzun süre kalmıyoruz.
Olsberg’in sade ve akıcı bir kalemi var. İnsanı okumaktan bıktırmıyor ve devamını merak ettiriyor. Kitap okumakta biraz sıkıntı çektiğim bir zamanda bana çok iyi geldi. Ayrıca bahsettiğim gibi, yazarın kurguladığı dünya ve yaptığı ters köşeler beni etkiledi. Olsberg’in bilimkurgu konusunda yaratıcı fikirleri var ve yazarın bu fikirlerini daha çok okumak isterim. Beyaz Odadaki Çocuk, Olsberg’den okuduğum ilk kitap oldu ve yazardan okuduğum kitaplar arasında son olmayacak.
Uzun lafın kısası, Beyaz Odadaki Çocuk okumaktan keyif aldığım bir kitap oldu. Eğer ters köşeleri ve sanal gerçeklik temasını seviyorsanız okumanızı tavsiye ederim. Bir yazımın daha sonunda geldik. Kitaplarla kalın!
Beğenebileceğiniz diğer yazılarımız:
Yazıyı burada paylaş: