Ön Okuma: Sırlar ve Suçlar If You Could See The Sun

Ön Okuma: Sırlar ve Suçlar If You Could See The Sun

Bu ay sizi Bejing’de yatılı bir okula götürüyor ve Çin’in en önemli ve en zengin çocukları arasında burslu okuyan Alice’in nasıl birden bire görünmez olmaya başladığını öğrenmeye davet ediyoruz! Ann Liang’ın çıkış kitabı If You Could See The Sun, son dönemlerin en çok konuşulan genç yetişkin romanlarından biri. Kitabın ön okuması dilimize Sude Süne1 tarafından çevrildi. İyi okumalar.

1: Bu metin Sude Süne tarafından Bibliyoraf.com için çevrilmiştir. Çevirmenin ve Bibliyoraf’ın izni olmadan başka bir sitede kullanılamaz.

1

Ailem beni dışarı yemek yemeye sadece üç nedenden çağırırdı. Bir, biri ölmüşse (ki ailemin doksan kişilik WeChat grubu sağ olsun, bu düşündüğünüzden daha çok gerçekleşiyordu). İki, birinin doğum günü varsa. Üç, hayat değiştirecek kadar önemli bir duyuru yapmaları gerekiyorsa.

Bazen bu üçünün karışımı da olurdu. Mesela büyük dedemin öldüğü on ikinci doğum günümün sabahında, ailemin bir tabak kızarmış Çin makarnası yerken beni Airington Yatılı Okulu’na göndereceklerini ilan ettikleri gün gibi.

Ama şimdi Ağustos’tu. Bunaltıcı yaz sıcağı, restorandaki klima açık olmasına rağmen hissediliyordu ve bu ay ailemden kimsenin doğum günü yoktu. Bu da tabii ki geriye sadece iki seçenek bırakıyordu.

Midemdeki gerginlik hissi daha da sıkılaştı. Yapabileceğim tek şey camlı çift kapılı kapıdan kaçmamaya çalışmaktı. İsterseniz bana zayıf diyebilirsiniz, ama kötü haberlerle başa çıkabilecek bir durumda değildim.

Özellikle bugün hiç değildim.

“Alice neden o kadar gergin duruyorsun?” diye sordu annem, gülümsemeyen qi pao giymiş bir garson bizi yerimize doğru yönlendirirken.

Yaşlıların şeftali şeklinde pembe renkli devasa bir pastayı paylaştığı masanın yanından sıkışarak geçtik. Bir başka masada ise şirket yemeği gibi duran bir buluşmada erkeklerin hava almayan yakalarından terler boşalırken, kadınlar yanaklarına beyaz pudra sürüyordu. İçlerinden birkaçı üniformamı fark ettiklerinde dönüp bana bakmıştı. Bunun, ceketimin cep kısmındaki kaplan amblemini tanımalarından mı, yoksa üniformamın tasarımının diğer okullarınkine kıyasla mide bulandıracak şekilde iddialı olmasından mı kaynaklandığını bilmiyordum.

“Gergin değilim,” dedim, anne ve babamın arasındaki koltuğa yerleşirken. “Benim yüzüm her zaman böyle gözüküyor.” Bu tam olarak yalan değildi. Bir keresinde halam, eğer bir cinayet mahalinde bulunursam, sadece surat ifadem ve vücut dilim yüzünden ilk tutuklananın ben olacağını söylemişti. Hayatımda senin kadar ürkek kimseyi görmedim, demişti bana. Önceki hayatında fare olarak yaşamış olmalısın.

O zamanlar bu karşılaştırmaya gücenmiştim. Ancak şimdi kendimi kapana kısılmak üzere olan bir fare gibi hissetmekten alıkoyamıyordum.

Annem menüyü bana uzatmak için sandalyesinde biraz kıpırdandı. Bunu yaparken camdan yansıyan ışık, kemikli ellerine yansıyıp, avucundan aşağı inen bir ipi andıran yara izini açığa çıkarttı. Çok tanıdık bir suçluluk hissi, içimde yanan bir alev gibi birden canlandı.

“Haizi,” diye bana seslendi annem. “Sen ne yemek istiyorsun?”

“Oh. Bana fark etmez.” dedim bakışlarımı kaçırırken.

Babam tek kullanımlık yemek çubuklarımı yüksek bir sesle ikiye ayırdı. “Zamane çocukları ne kadar şanslı olduklarını hiç bilmiyorlar.” dedi kıymıkları önlemek için kendi yemek çubuklarını birbirine sürterken. Ardından bana da aynısını yapmam için yardımcı oldu. “Bal kavanozuyla büyümüş hepsi. Ben senin yaşındayken ne yiyordum biliyor musun? Tatlı patates. Her gün, tatlı patates.”

Babam, Henan’daki kırsal kasaba yaşamını anlatmaya daha da dalarken, annem garsona el sallayıp tüm restoranı doyurmaya yetecek kadar yemek listelemeye başladı.

Ma,” dedim, Mandarince kelimeyi ağzımda yayarak. “Bu kadar çok yemeğe ihtiyacımız-”

“Evet, senin var.” dedi keskin bir ses tonuyla. “Okul her başladığında kendini aç bırakıyorsun. Bu vücudun için oldukça kötü.”

Kendime rağmen, gözlerimi devirmemek için direndim. Sadece on dakika önce, yaz tatilinde yanaklarımın nasıl daha da tombullaştığından bahsetmişti. Sadece onun mantığında hem çok tombul hem de aynı zamanda yeterince beslenmiyor olabilirdiniz.

Annem sonunda sipariş vermeyi sonlandırdığında, o ve babamın arasında bir bakışma geçti. Sonra bana öyle ciddi bir bakış attılar ki, istemsizce aklıma gelen ilk şeyi söyledim: “Büyükbabam i-iyi mi?”

If You Could See The Sun

Annemin ince kaşları havalanarak yüzünün sert hatlarını daha da vurguladı. “Tabii ki, neden soruyorsun ki?”

“H-hiç, boş ver.” Kendime biraz rahatlama izni vermiştim ancak yine de kaslarım aynı gerginlikte kalmaya devam etti. Sanki gelecek bir darbeye hazırlanıyordum. “Bakın kötü haber her neyse, biz biraz hızlı- yani hemen konuya geçebilir miyiz? Ödül töreni bir saat sonra ve eğer mental bir çöküş yaşayacaksam, sahneye çıkmadan önce en azından yirmi dakikaya ihtiyacım olacak.”

Baba gözlerini kırpıştırdı. “Ödül töreni mi? Ne ödülü?”

Endişem yerini yavaşça öfkeye bırakıyordu. “Her yıl, dönemin en üstün başarılı öğrencisine verilen ödül.”

Bana boş bir şekilde bakmaya devam ediyordu.

“Hadi ama Ba, bu yaz sana bundan en az elli kez bahsettim.”

Sadece birazcık abartıyordum. Her ne kadar kulağa çok acıklı gelse de, son aylarda o spot ışığının altında salonda dururken, seyirciye karşı yaşayacağım kısa zafer anım için gün sayıyordum.

O anları Henry Li ile paylaşmam gerekse de.

Her zamanki gibi isim ağzımda acı ve zehirimsi bir tat bırakmıştı. Tanrım, ondan nefret ediyordum. Ondan ve kusursuz porselen cildinden, tertemiz üniformasından ve hiç kaybetmeden, dokunulmaz bir şekilde başarılarını arttırmaya devam ederken koruduğu soğukkanlılığından nefret ediyordum. İnsanların ona bakmasından ve son derece sessizce, kafasını eğmiş, masasında ders çalışırken bile onu görmesinden nefret ediyordum.

Dört yıl önce, tamamen yeni ve parlayan bir şey olarak sallana sallana okula geldiği ilk günden beri ondan nefret ediyordum. İlk gününün sonlarına doğru, tarih birim sınavında beni tamı tamına 2,5 puan farkla yendiğinde, herkes onun adını öğrenmişti.

Sırf bunu düşünmek bile parmaklarımın kasılmasına neden oldu.

Babam kaşlarını çatıp, onay için anneme bakmıştı. “Buna gitmemiz gerekli mi? Şu tören şeyine?”

“Sadece öğrenciler için.” diye hatırlattım ona. Her ne kadar her zaman böyle olmasa da. Okul, sınıf arkadaşımın oldukça ünlü annesi Krystal Lam’in törene gelerek ardından yanlışlıkla paparazziyi getirdiği günden beri etkinliğin daha kapalı yapılmasına karar vermişti. O günden sonra tören salonumuzun görüntüsü günlerce Weibo’da dolaşmıştı. “Her neyse, konu bu değil. Konu şu ki bize ödülleri verecekler ve-”

“Evet, evet, tek konuştuğun şey ödül.” Annem beni sabırsızca bölmüştü. “Önceliklerin nerede, hmm? Şu senin okul sana gerçek değerleri öğretmiyor mu? Önce aileye, sonra sağlığa, sonra da emeklilik için para ayırmaya- sen beni dinliyor musun?”

If You Could See The Sun

Yemeklerin gelmesiyle yalan söylemek zorunda kalmaktan son anda kurtulmuştum.

Sınıf arkadaşlarımın, ailelerinden birinin ölmesine gerek kalmadan, sıklıkla gittiği, Quanjude gibi daha lüks Pekin ördeği restoranlarında şefler her zaman kızarmış ördeği bir tepsiye serip masanızın yanında sizin için bölerler. Neredeyse özenle hazırlanmış bir performanstır bu. Çıtır çıtır parlayan deri, bıçağın her bir darbesiyle kayıp altındaki yumuşak eti ve cızırdayan yağı ortaya çıkartır.

Ama burada garson tüm ördeği, kafası ve her şey yerli yerindeyken, direkt büyük parçalara ayrılmış bir halde sunuyordu.

Annem suratımdaki ifadeyi yakalamış olmalı ki, iç çekip ördek kafasını benden uzağa çevirirken batılı hassasiyetlerim hakkında bir şeyler mırıldanmıştı.

Teker teker daha fazla yemek masaya geldi. Sirke ile harmanlanarak doğranmış sarımsak ile karıştırılmış salatalık, ince katmanlı mükemmel bir çıtırlıkta pişirilmiş taze soğan pankekleri altın-kahverengi bir sosta yüzen yumuşak tofu ve şeker ile kaplanmış yapışkan pirinç keki. Annemin o kurnaz kahverengi gözleri ile çoktan masadaki yemeklere bakarak, kalanlar ile kaç çeşit yemek yapabileceğini hesapladığını görebiliyordum.

Araya girmek için anne ve babamın yemeklerinden birkaç lokma almalarını bekledim. “Um. Oldukça eminim ki sizin bana söylemeniz gereken önemli bir şey vardı…?”

Cevap olarak babam hala dumanlar çıkan bardağındaki yasemin çayından bir yudum alıp, sanki dünyadaki tüm zamana sahipmiş gibi uzunca ağzının içerisinde gezdirmişti. Annem bazen, köşeli çenesinden tut da düz kaşlarına, bronz teni ve mükemmeliyetçilik algısına kadar her şeyimi babamdan aldığımı savunurdu. Ancak kesinlikle onun sabrını almamıştım.

“Baba,” dedim ısrarla, sesimi saygılı bir tonda tutmaya çalışırken.

Babam bir elini havada tutup, konuşmak için ağzını açmadan önce çayının kalanını da içip biraz beklemişti. “Ah, evet. Şey annen ve ben düşünüyorduk da, yeni bir okula gitmeye ne dersin?”

“Bekle. Ne?” Sesim çok yüksek ve tiz çıkmıştı. Restorandaki sesi kırıp, ergenliğe yeni girmiş bir çocuğunki gibi sonda çatlamıştı. Yakındaki masada oturan şirket çalışanları, şerefe yaparken yarıda durup bana bakıp onaylamayan bir bakış atmışlardı. “Ne?” Bu sefer yanaklarım alev alırken, belki de fısıldar bir tonda sormuştum.

“Belki de kuzenlerin gibi yerel bir okula gitmelisin.” dedi annem suratındaki gülümseme ile kusursuzca sarılmış bir Pekin ördeğini tabağıma koyarken. Bu gülümsemesi, zihnimdeki alarm çanlarının çalmasını sağlayan bir türdeydi. Dişçilerin, dişini çekip almadan önce attıkları tarzda bir gülümsemeydi. “Ya da Amerika’ya dönmeni sağlayabiliriz. Arkadaşım Shen Teyze’yi hatırlıyor musun? İyi bir çocuğu olan- doktor çoçuğu olan hani?”

Sanki arkadaşlarının büyük bir çoğunluğunun çocukları doktor değilmiş gibi kafamı salladım. “Diyor ki evlerinin yakınındaki Maine’de çok iyi bir özel okul varmış. Eğer ona restoranda yardım edersen, belki kalmana izin verebilir-”

“Anlamıyorum,” dedim kendimi tutamadan araya girerken. Midemin içinde, tıpkı Henry’yi yenmek için okulun Spor Karnavalında çok fazla koşup bahçede kustuğum günkü gibi bir rahatsızlık hissi vardı. “Ben sadece… Airington’la ilgili ne gibi bir problem var ki?”

Babam cevabımla biraz şaşırmış gibi gözüküyordu. “Airington’dan nefret ettiğini sanıyordum.” dedi Mandarine geçiş yaparken.

“Ben hiç nefret ettiğimi-”

“Bir keresinde okul logosunu yazıcıdan çıkarttırıp, tüm öğlenini onu kaleminle bıçaklayarak geçirmiştin.”

“Ne var yani, başlarda en büyük hayranı değildim,” dedim yemek çubuklarımı plastik masa örtüsünün üzerine bırakırken. Parmaklarım hafifçe titredi. “Ama bu beş yıl önceydi. İnsanlar artık benim kim olduğumu biliyor. Güzel bir itibarım var. Ve öğretmenlerim beni seviyor, gerçekten seviyor ayrıca sınıf arkadaşlarımın çoğu zeki olduğumu düşünüyor ve söyleyeceğim şeyleri gerçekten umursuyorlar…” Ama ağzımdan çıkan her kelimeyle ebeveynlerimin yüzündeki ifade daha da acımasızlaşıyor, midemdeki rahatsız his yerini buz gibi bir korkuya bırakıyordu. “Ve bursum var unuttunuz mu? Koca okulda sadece ben bursluyum. Eğer ayrılırsam bu boşa gitmez miydi-”

“Yarım bursun var.” diye düzeltti annem.

“E bu isteyerek verebilecekleri bursun en yükseğiydi.” Sonradan aklıma dank etmişti. Açıkça kendin cahilliğim tarafından ele geçirilmiştim. Ailem boş yere neden beni kabul ettirmek için senelerini harcadıkları bir okuldan ayrılmamı istesindi ki?

“Bunun… bunun okulun ücreti ile bir alakası var mı?” diye sordum sesimi etrafımızdaki kimsenin duyamayacağı kadar kısık bir tonda tutarken.

Annem başta bir şey demeyip, çiçek desenli bluzunun düğmesiyle oynadı. Yeni keşfettiği, başka bir ucuz süpermarket ürünüydü. Yaxiu Market hayatsız bir alışveriş merkezine çevrilip, oldukça pahalı ürünler satmaya başladığından beri yeni giysi alma yeri orası olmuştu.

“Bu senin düşünmen gereken bir şey değil.” diye cevap verdi sonunda.

Ki bu evet demekti.

Sandalyeme yaslanıp, düşüncelerimi toplamak için çabaladım. Zorlandığımızı bilmiyor değildim. Babamın eski matbaa şirketi kapandığından ve annemin Ziehe hastanesindeki gece vardiyaları azaltıldığından beri bir süredir zor bir durumda olduğumuzu biliyordum. Ama anne ve babam bunun belirtilerini, “sadece derslerine odaklan,” ya da “aptal çocuk, sence seni aç bırakır mıyız,” gibi laflarla bana belli etmekten kaçınırlardı.

Şimdi masanın ötesinden onlara bakıyordum. Gerçekten bakıyordum ve gördüğüm şey babamın şafağına saçılmış beyazlayan saçları, annemin gözlerinin altında belirmeye başlayan yorgun kırışıklıklardı. Ben Airington balonunda yaşarken, uzun iş günleri onları tüketmişti. Utanç boğazıma tırmanıyordu. Eğer her sene ekstra 165.000 RMB ödemek zorunda olmasalar hayatları nasıl olurdu?

“Şey, um, tekrardan seçeneklerim neydi?” derken duydum kendimi. “Yerel Beijing okulu mu, yoksa Maine’deki özel okul mu?”

Bariz rahatlama ifadesi annemin tüm yüzüne yayıldı. Başka bir Pekin ördeği parçasını siyah yoğun sosun içine daldırıp, ardından kâğıt inceliğindeki pankeke biraz salatalık ekleyerek, soğansız bir şekilde tam sevdiğim gibi hazırlayarak benim tabağıma koydu. “Evet, evet ikisi de olur.”

Alt dudağımı kemirdim. Aslında, hiçbir seçenek iyi değildi. Çin’deki herhangi bir okula gitmek demek gaokao sınavına girmek demekti. Bu sınav, benim ilkokul seviyesindeki Çince bilgimi gözden çıkarsak bile en zor üniversite sınavlarından biriydi. Ve Maine hakkında tek bildiğim şey Amerika’daki en az çeşitliliğe sahip olan eyalet olduğuydu. SAT’ler ile ilgili bilgim izlediğim Netflix’te izlediğim lise dizileri ile sınırlıydı ve oradaki bir okulun IB derslerime devam etmem için olanak sağlama ihtimali de oldukça düşüktü.

“Şimdi karar vermemize gerek yok.” diye ekledi çabucak.

“Baban ve ben çoktan Airington’daki ilk döneminin parasını ödedik. Öğretmenlerine, arkadaşlarına sorabilirsin. Biraz düşün, sonra yine konuşuruz, olur mu?”

“Evet,” dedim her ne kadar iyi olmak dışında her şekilde hissetsem de. “Kulağa harika geliyor.”

Babam parmak boğumlarını masaya vurarak ikimizin de yemeğe başlamasını sağladı. “Aiya yemek sırasında çok konuşuyor,” Chopsticklerini tabaklarımızın arasında salladı. “Yemekler soğuyor.”

Kendi chopsticklerimi aldığım anda, yanımızdaki masada oturan yaşlılar geleneksel “İyi ki doğdun,” şarkısının Çin versiyonunu sesli ve detone bir şekilde söylemeye başladı. “Zhuni shengri kuaile… Zhuni shengri kuaile…” Ortada oturan yaşlı nainai kafasını sallayıp, ritimle alkış tutarken, dişsiz ağzı kocaman bir gülümseme ile aydınlanmıştı.

En azından birileri bu restorandan geldiğinden daha mutlu bir şekilde ayrılacaktı.

***

Ter damlaları dışarı adımımı attığım anda kaşımdan aşağı süzüldü. Kaliforniya’daki çocuklar her zaman oranın sıcaklığından yakınırdı. Ancak Beijing’in yazı boğucu ve acımasızdı. Tek rahatlama kaynağı olabilecek şey ise sokak boyunca dikilmiş Wudong ağaçlarının alacalı gölgesiydi.

Şu an o kadar sıcaktı ki zar zor nefes alıyordum. Ya da bu sadece tüm bedenimde gezinen paniğin eseriydi.

“Haizi, biz gidiyoruz,” diyerek seslendi annem. Bugünkü yemekten arta kalan her şey -gerçekten her şey- bileğinde asılı duran plastik poşetin içine doldurulmuştu. Ördek kemiklerini bile paketlenmişti.

El sallarken derin bir nefes verdim. Annem bana klasikleşmiş öneri cümlelerini sunarken, kafamı sallayıp gülümsemeyi başarabilmiştim: Sabah saat on birden sonra uyuma, yoksa ölürsün, soğuk su içme yoksa ölürsün, okula giderken çocuk tacizcilerine dikkat et, zencefil ye, oldukça fazla zencefil ye, hava kalitesi endeksini her gün kontrol etmeyi unutma…

Sonra o ve babam en yakın metro istasyonuna ilerlerken, annemin küçük bedeni ve babamın uzun geniş vücudu insan kalabalığının arasına karışarak kaybolmuş, orada tek başıma dikilir bir halde kalmıştım.

Boğazımın gerisinde korkunç bir baskı kendisini göstermeye başlamıştı.

Hayır. Ağlayamam. Burada değil, şimdi değil. Katılmam gereken bir ödül töreni varken, belki de bu son ödül törenimken ağlayamazdım.

Kendimi hareket etmeye ve çevremdeki, beni bu kafamın içinde dönen kara delikten çıkarabilecek herhangi bir şeye odaklamaya çalışıyordum.

Uzakta bir dizi gökdelen yükseliyor, tamamı cam ve çelikten yapılmış gösterişli yapıların sivri uçları su mavisi gökyüzünü kazıyordu sanki. Gözlerimi kısarsam, CCTV genel merkezinin ünlü silüetini bile görebilirdim. Şekli nedeniyle herkes binaya Dev Külot diyordu. Her ne kadar babası tarafından tasarlanmış binaya takılmış bu lakabı durdurmak için Mina Huang beş senedir oldukça çabalasa da insanlar devam ediyordu.

Telefonum eteğimin cebinde titriyordu ve bakmadan bile mesaj olmadığını (hiçbir zaman olmazdı) alarmım olduğunu biliyordum. Toplantıya sadece on dakika kalmıştı. Kendimi çekçekler, sokak satıcıları ve küçük sarı bisikletlerle tıkanmış dolambaçlı sokakları, yan yana dizilmiş marketleri, erişte dükkanlarını ve bulanıklaşan neon tabelalarda yanıp sönen kaligrafi Çince karakterleri geçerek daha hızlı yürümeye zorluyordum.

Third Ring yoluna yaklaştıkça kabalık ve trafik daha da kalabalıklaşıyordu. Etrafta her türlü insan vardı: hasır yelpazelerle sıcaktan kurtulmaya çalışan kelleşmiş amcaların sigaraları ağızlarında sallanıyor, yarıya kadar açılmış tişörtleri güneşten yanmış göbeklerini ortaya çıkarıyordu ve ortaya tam bir hiçbir şeyi gram önemsemiyorum havası veriyorlardı.  Yaşlı teyzeler ise kaldırımlarda sanki bir aceleleri varmış gibi yürüyor, açık marketlere giderlerken çiçekli pazar arabaları da arkalarından geliyordu. Yerel okulun öğrencisi olan bir grup genç yiyecek tezgahında bubble tea ve bir tabak kızartılmış tatlı patatesi paylaşıyordu. Ödev kağıtları aralarındaki tabureye yayılmıştı ve kağıtlar rüzgarda uçuşuyordu.

Yanlarından geçerken sert bir Beijing aksanına sahip çocuğun dramatik bir fısıltı ile, “Dostum, şunu gördün mü?” diye sorduğunu işitmiştim.

“Neyi gördüm mü?” diye yanıtladı bir kız.

Yüzüm önde yürürken, ne konuştuklarını duymuyormuş gibi yaptım. Zaten Çinceyi anlamadığımı düşünmüş olmalılardı. Yerliler tarafından birçok kez yabancıların havasına, ya da qizhisine, bu her ne demekse, sahip olduğum söylenmişti.

Şu okula gidiyor. Şu Hong Konglu şarkıcı, adı neydi? Krsytal Lam? Onun kızını gönderdiği okul ve aynı zamanda SYS’in CEO’sunun çocuklarını gönderdiği. Bekle bir kontrol etmek için Baidu’da aratayım.”

Wakao!” diye küfretti kız birkaç saniye sonra. Kafamın arkasında ağzı açık kaldığını hayal edebiliyordum. Yüzüm yanıyordu. “Sadece bir sene için 330 RMB mi? Ne öğretiliyor orada, kraliyetin nasıl baştan çıkarılacağını mı?” Sonra durakladı. “Ama orası uluslararası bir okul değil mi? Ben sadece beyaz öğrencilerin olduğunu sanıyordum.”

“Ne biliyorsun ki?” diye küçümsedi onu ilk öğrenci. “Çoğu uluslararası öğrencinin sadece yabancı pasaportu var. Eğer denizaşırı ülkelerde doğacak kadar zenginsen bu çok kolay.”

Bu hiçbir açıdan doğru değildi. Ben burada, Beijing’te doğmuş, yedi yaşına gelene kadar ailemle Kaliforniya’ya bile taşınmamıştım. Ve zengin olmak konusuna gelirse… Hayır. Her neyse. Dönüp onu düzeltecek halim yoktu. Ayrıca yabancılara hayat hikayemi, bazen onların istediğini düşünmesine izin vermenin gerekeceğini bilecek kadar fazla kez anlatmıştım.

Trafik ışıklarının yeşile dönmesini beklemeden –ki burada pek önemi yoktu- yoldan karşıya geçtim. Onların konuşmalarıyla arama biraz mesafe koyduğum için mutluydum. Sonra aklımda minik bir yapılacaklar listesi oluşturdum.

başlık

Bunalmış ve sinirli olduğumda en çok işe yarayan şey buydu. Kısa dönemli hedefler. Küçük engeller. Kontrolümde olan şeyler. Mesela:

Bir, Henry Li’yi sahneden atmadan tüm ödül törenini atlat.

İki, Çince kompozisyonunu erken teslim et (Wei Laoshi’nin iyi tarafına denk gelebilmem için son şanstı)

Üç, öğleden önce tarih dersi müfredatını oku.

Dört, Maine’i ve en yakın özel okulları hangisi daha iyi bir gelecek ihtimali vadediyorsa –tabii öyle bir şey varsa- araştır ve bunu yaparken bir yeri yıkıp dökme.

Gördün mü? Hepsi kesinlikle yapılabilir şeyler.

Bu metnin redaktörlüğü Aylin Efe tarafından yapılmıştır.

If you could see the sun. Ancak ama. If you could see the sun. If you could see the sun. Ancak ama. If you could see the sun. If you could see the sun. Ancak ama. If you could see the sun.

Beğenebileceğiniz diğer yazılarımız:

Yazıyı burada paylaş:

Kitapların kahramana dönüştüğü yer.
İnternet sitesi http://bibliyoraf.com
Yazı oluşturuldu 328

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Benzer yazılar

Aramak istediğinizi üstte yazmaya başlayın ve aramak için enter tuşuna basın. İptal için ESC tuşuna basın.