Bu ayki ön okuma köşemizde Yabancı Yayınları’nın sevilen yazarı Taylor Jenkins Reid var. Yazar Carrie Soto Is Back isimli romanında bizi 90’lı yıllara götürüyor. Rekor üstüne rekor kıran tenisçi Carrie Soto, emekliliğinden tam altı yıl sonra son bir rekor için tenise geri dönüyor. Ekibimizden Sude Süne,1 sizler için bu heyecan verici kitabın ön okumasını dilimize çevirdi. İyi okumalar!
1: Bu metin Sude Süne tarafından Bibliyoraf.com için çevrilmiştir. Çevirmenin ve Bibliyoraf’ın izni olmadan başka bir sitede kullanılamaz.
CHAN VS. CORTEZ
US OPEN
Eylül 1994
Tüm hayatım boyunca verdiğim emek, bu yarışmanın sonucuna bağlı.
Babam Javier ile birlikte Flushing Meadows’ta ön sıranın merkezinde, sahanın hemen dibinde oturuyoruz. Kenar çizgisine o kadar yakınız ki, uzansak dokunabiliriz. Yan hakemler kollarını arkada bağlanmış, sahanın her iki tarafında dikiliyorlar. Tam önümüzde hakem sandalyesinde yükselmiş, kalabalığı yönetiyor. Top toplayıcı kızlar önümüzde çömelmiş, her an fırlamaya hazır bir halde bekliyor.
Bu üçüncü set. Nicki Chan ilk seti alırken, Ingrid Cortez de ikinci seti aldı. Bu sonuncu set kazananı belirleyecek.
Babam ve ben -tıpkı stadyumdaki yirmi bin seyirci gibi- Nicki Chan’in saha çizgisine uzanmasını izliyoruz. Nicki dizlerini bükerek kendisini sabitliyor. Ardından topuklarının üzerinde yükselerek havaya fırlattığı top, bileğinin tek bir vuruşu ile saatte 126 kilometre hızla Ingrid Cortez’in elarkasına denk geliyor.
Cortez şaşırtıcı bir güçle topu geri yolluyor ve top sahanın tam kenarına düşüyor. Nicki topa ulaşamıyor. Puan Cortez’in.
Gözlerimi kapatıp, derin bir nefes veriyorum.
“Cuidado. Kameralar tepkilerimizi izliyor.” diyor babam dişlerini gıcırdatarak. Giydiği hasır şapkasının arkasından kıvırcık gri renkli saçları çıkıyor.
“Baba, herkes bizim tepkilerimizi izliyor.”
Nicki Chan bu sene şimdiden iki Slamünvanı kazanmıştı bile- Avustralya Açık ve Fransa Açık. Eğer bu maçı kazanırsa, benim hayat boyu kazandığım 20 Grand Slam ünvanımı eşitleyecek. Ben o rekoru 1987’de, Wimbledon’ı dokuzuncu kez kazandığım gün kırmış, en iyi tenis oyuncusu olarak adımı tarihe kazımıştım.
Nicki’nin sadece arka çizgiden oynanan, servislerine ve yer vuruşlarına ekstra şiddet yükleyen, kendine özgü oyun stili onun beş seneyi aşkın bir süredir kadınlar tenis dünyasını domine etmesine sebep olmuştu. Ama daha seksenlerde, WTA turuna henüz yeni başladığında onun çok da umursanmaması gereken bir rakip olduğunu düşünmüştüm. Belki de toprak kortta iyidir ama onu Londra’daki evinin çimlerinde kolayca yenebilirim.
carrie soto is back
1989’da emekli olduğumda işler değişti. Nicki, Slamlerini alarm verecek düzeyde bir hızla raflarına kaldırmaya başladı. Şimdi ise neredeyse benim seviyemde.
Onu izlerken çenem geriliyor.
Babam, sakin bir yüzle bana bakıyor. “Söylemeye çalıştığım şey, fotoğrafçılar senin kızgın olduğun ya da onu desteklemediğini açıkça gösteren bir tezahürat yaptığın anı yakalamak için çabalıyor.”
Üzerimde siyah kolsuz bir tişört ve kot pantolon var. Kaplumbağa desenli bir Oliver Peoples güneş gözlüğü takıyorum. Saçlarım salık. Bana kalırsa 37 yaşımda bile her zaman olduğu gibi güzel gözüküyorum. Bu yüzden istedikleri kadar fotoğraf çekmelerine izin veriyorum.
“Sana gençler şampiyonalarında her zaman ne derdim?”
“Duygularının yüzünden okunmasına izin verme.”
“Aynen öyle, hija.”
Ingrid Cortez, sıralamalardaki hızlı yükselişi ile herkesi şaşırtmış, on yedi yaşındaki bir İspanyol oyuncu. Onun oyun tarzı Nicki’ninkine benziyor -güçlü ve gürültülü- ama açılarını daha fazla oynuyor. Şaşırtıcı bir şekilde kortta duygusal. Nicki’nin vuruşunu aşan kavurucu bir ace’e vuruyor ve neşeyle bağırıyor.
“Biliyor musun, aslında belki de onu durduracak kişi Cortez’dir.” diyorum.
Babam kafasını sallıyor. “Lo dudo.” Konuşurken dudaklarını neredeyse hiç oynatmıyor, gözlerini kameralardan kaçırıyor. Babamın sabah ilk iş gazetenin spor sayfalarında kendisini arayacağına eminim. Kendisine bakıp, yakışıklılığından başka hiçbir şey görmediğinde ise gülümseyecek. Her ne kadar bu sene aldığı kemoterapi yüzünden çok kilo kaybetse de artık kanser değil. Bedeni gücünü topladı. Rengi de yerine geldi.
Güneş yüzüne vurduğundan, güneş kremini ona uzatıyorum. Gözlerini kısarak, sanki bu ikimize de hakaretmişçesine başını iki yana sallıyor.
“Cortez iyi bir tane aldı içeri.” diyor babam. “Ama Nicki gücünü üçüncü sete saklıyor.”
carrie soto is back
Nabzım hızlanıyor. Nicki ona puan kazandıran üç atış yaparak oyunu alıyor. Set şimdi 3-3.
Babam gözlerini görebilmem için gözlüklerini indirip bana bakıyor. “Entonces, ne yapacaksın?” diye soruyor.
Uzağa bakıyorum. “Bilmiyorum.”
Gözlüklerini tekrardan düzeltip, bana hafifçe başını sallarken korta bakıyor. “Yani, hiçbir şey yapmıyorsan da yaptığın bu işte. Hiçbir şey.”
“Sí, papá, anladım.”
Nicki bir uzun atış yapıyor. Cortez koşup topu yakalamak için çabalıyor ama top doğrudan ağa gidiyor.
Babama bakıyorum. Kaşları hafif çatık.
Oyuncu koltuklarında, Cortez’in koçu elleri yüzünü kapamış, kambur bir biçimde oturuyor.
Nicki’nin koçu yok. Eski koçunu neredeyse üç sene önce bıraktı ve o zamandan beri hiçbir yardımcısı olmadan tam altı Slamkazandı.
Babam koçu olmayan sporcular hakkında oldukça fazla yorum yapar ama konu Nicki olunca kendisini geri tutuyor.
Cortez öne eğilmiş, eli belinde, nefeslerini düzene sokmaya çalışıyor. Nicki buna izin vermiyor. Sahanın diğer tarafına başka bir servis fırlatıyor. Cortez koşarak ayaklanıyor ama kaçırıyor.
Nicki gülüyor.
O gülüşü biliyorum. Daha önce ben de bu pozisyondaydım.
Bir sonraki puanda, Nicki oyunu alıyor.
“Kahretsin,” diyorum yer değişimi yapılırken.
Babam kaşlarını kaldırıyor. “Cortez kortta kontrolü kaybettiği anda sorun yaşamaya başlıyor. Nicki bunun farkında.”
“Nicki güçlü,” diyorum. “Ama aynı zamanda çok kolay adapte oluyor. Onun karşısındayken, anında kendisini hazırlayan ve kendi hareketlerini senin zayıflıklarına göre tasarlayan birisi ile oynuyorsun.”
Babam kafasıyla onaylıyor.
“Her oyuncunun bir zayıf noktası vardır,” diyorum. “Ve Nicki bunu bulmakta oldukça başarılı.”
“Doğru.”
“Peki onunki ne?”
Babam şimdi gülümsemesini saklıyor. İçeceğini kaldırıp bir yudum alıyor.
“Ne?” diye soruyorum.
“Hiçbir şey.” diyor babam.
“Bir sonuca varamadım.”
“Sorun yok.”
İki oyuncu da kortun dışına doğru hareketleniyor.
“Nicki sadece birazcık yavaş,” diyorum Nicki’nin saha çizgisinin dışına çıkmasını izlerken. “Oldukça güçlü ama hiç hızlı değil. Ne ayak hareketlerinde ne de atış seçiminde. Cortez kadar hızlı değil, bugün bile. Ama özellikle de Morotti, Antonovich ve Perez kadar hızlı değil.”
“Ya da sen,” diyor babam. “Şu an turda senin olduğun kadar hızlı kimse yok. Sadece ayak olarak değil, akıl olarak da, también.”
Kafa sallıyorum.
Devam ediyor. “Pozisyona girmekten ve topu daha havada erkenden yakalamaktan bahsediyorum. Nicki’yi yavaşlatmak ve böylelikle onun o güç ile geri atış yapmasını engellemekten. Burada bunu senin yaptığın gibi yapabilen hiç kimse yok.”
“Yine de onun gücünü eşlemek zorunda kalırım,” diyorum ona. “Ve bunu yaparken aynı zamanda da hızı sabitlemem gerekli.”
“Ki asla kolay olmayacak.”
“Benim yaşımda ve benim dizimle, evet kolay olmaz.” diyorum. “Eskiden yapabildiğim sıçramaları artık yapamam.”
“Es verdad,” diyor babam. “Yapabileceğin her şeyi yapman gerekecek.”
“Eğer yaparsam,” diyorum.
Babam gözlerini deviriyor ama sonra hızla yüzüne sahte bir gülümseme yerleştiriyor.
“Gerçekten, senin asık suratlı bir fotoğrafını çekip çekmemelerini kim umursuyor?”
“Ben senin arkanı kolluyorum.” diyor babam. “Sen de benim arkamı kolla, Lo entendés, hija?”
Tekrar gülüyorum.
“Si, lo entiendo, papa,”
Nicki diğer oyunu da alıyor. Bir tane daha alacak ve bitecek. Benim rekorumu eşitleyecek.
Şakaklarım, bu tatsız senaryoyu düşününce ağrımaya başlıyor.Cortez, Nicki Chan’i savuşturamayacak, en azından bugünlük. Ve ben burada, koltuklarda sıkışmış, Nicki’nin hayatım boyunca uğruna çabaladığım her şeyi benden almasını seyrediyorum.
“Kim bana koçluk yapacak? Sen mi?”
Babam bana bakmıyor ama omuzlarının sertleştiğini görebiliyorum. Derin bir nefes alıp, sözlerini seçmeye çalışıyor.
“Bu senin vereceğin bir cevap.” diyor en sonunda. “Benim vereceğim bir karar değil.”
“Ne yani, Lars’ı mı arayacağım?”
“Ne yapmak istiyorsan onu yapacaksın, pichona.” diyor babam. “Yetişkin olmak böyle bir şey.”
Beni yalvartacak. Ve ben bunu hak ediyorum.
Cortez atış yapmak için kıçını yırtıyor. Ama oldukça yorgun. Bunu ayakta dururken bacaklarının titremesinden anlayabiliyorsunuz. Geri dönüş yapıyor, şimdi 30-love.*
*30-love: “Love” teniste sıfır skorunu temsil eder.
Hay anasını!
Etrafımdaki kalabalığa bakıyorum. İnsanlar öne eğiliyor, bazıları parmakları ile ritim tutuyor. Hepsi biraz daha hızlı nefes alıyormuş gibi duruyor. Spor kanallarındaki spikerlerin ne diyor olabileceğini tahmin bile edemiyorum.
Etrafımızda oturan seyirciler, gözlerinin ucu ile babama ve bana bakarak tepkimi izliyor. Yavaştan, hapsedilmiş gibi hissetmeye başlıyorum.
“Eğer yaparsam…” diyorum yavaşça. “Senin benim koçum olmanı istiyorum. Söylediğim şey bu, baba.”
Cortez, Nicki’ye karşı bir puan daha alırken babam bana bakıyor. İnsanlar tarihin yazılmasını dört gözle beklerken nefeslerini tutuyorlar. Belki ben de bunu yapıyor olabilirdim, eğer bahsedilen tarih benimki olmasaydı.”
“Emin misin, hija? Bir zamanlar olduğum o adam değilim. O kadar güçlü değilim artık.”
“İkimiz de öyle.” diyorum. “Eskiden iyi olan birine koçluk yapıyor olacaksın.”
Şimdi durum 40-15, Nicki şampiyonluk noktasında.
“Tüm zamanların en iyi tenis oyuncusuna koçluk yapıyor olacağım.” diyor babam. Bana dönüyor ve elimi tutuyor. Neredeyse kırk yaşındayım ama yine de onun elleri benimkileri cüce gibi gösteriyor. Ve tıpkı çocukluğumda olduğu gibi elleri sıcak, sert ve güçlü. Avucumu sıktığında, sanki ben sonsuza kadar çocuk kalacak biri, o da bir devmiş de gözlerimi onunkilerle buluşturmak için yukarılara dikiyormuş gibi küçük hissediyorum.
Nicki servis atıyor. Keskin bir nefes alıyorum.
“Yani yapacaksın?” diye soruyorum.
Cortez geri gönderiyor.
“Çok kötü kaybedebiliriz,” diyorum. “Savaş Baltası’nın artık bunu yapamadığını herkese kanıtlayabiliriz. Buna bayılırlar. Sadece rekorumu değil, efsanemi de mahvedebiliriz. Bu da her şeyi mahveder.”
Nicki uzun bir vuruş yolluyor.
Babam kafasını sallıyor.
“Her şeyi mahvedemeyiz. Çünkü tenis her şey değil, pichona.”
Buna katıldığımdan emin değilim.
Cortez atışı geri yolluyor.
“Yine de,” diyorum. “Beraber normalden çok daha fazla çalışmamız gerekebilir. Bunu istiyor musun?”
“Bu benim hayatımın onuru olur,” diyor babam. Gözlerinde yaşlar biriktiğini görebiliyorum ve gözlerimi kaçırmamak için kendimi zorluyorum. Ellerimi daha da sıkı tutuyor. “Tekrardan sana koçluk yaparsam, pichona, mutlu ölürüm.”
Göğsümde oluşan taze ağrıyı göz ardı etmeye çalışıyorum. “O zaman karar verildi.” diyorum.
Babamın yüzünü bir gülümseme kaplıyor.
Nicki topu fırlatıyor. Top yavaşça havada süzülüyor. Stadyum, topun havada yükselmesini ve ardından yavaşça alçalmasını izliyor.
“Sanırım emekliliğimi bırakıyorum.” diyorum.
Top dışarı çıkacakmış gibi duruyor. Eğer dışarı çıkarsa, Cortez’in mağlubiyeti ertelenecek.
Babam kolunu bana dolayıp, sıkıca sarılıyor. Neredeyse hiç nefes alamıyorum. Kulağıma fısıldıyor, “Nunca estuve mas orgulloso, cielo.” bırakıyor.
Top düşüyor, tam taban çizgisinin yanında duruyor. Kalabalık, top sekerek yukarı doğru hızlanıp düşerken sessizce bekliyor. Cortez çoktan uzun olacağını düşünüp, geriledi bile ve artık çok geç. Buradan dönmek imkânsız. Öne doğru hamle yapıyor ve kaçırıyor.
Bir saniyeliğine hiçbir ses çıkmıyor. Sonra bir kükreme bozuyor sessizliği.
Nicki Chan az önce US Açıklar’ı kazandı.
Cortez yere düşüyor. Nicki yumruğunu havaya kaldırıyor.
Babam ve ben gülümsüyoruz. Hazırız.
İLK KEZ
1955-1965
Babam, Buenos Aires’ten Amerika’ya yirmi yedi yaşında taşındı. Arjantin’de harika bir tenis oyuncusuyken, on bir yıllık kariyerinde tamı tamına on üç şampiyonluk kazandı. Ona “Javier el Jaguar” dediler. Zarif ama öldürücüydü.
Ama -onun da söylediği gibi- dizlerine fazla yüklenmişti. Zıplayışları çok yüksekti ve her zaman yere doğru şekilde inemiyordu. Otuz yaşına yaklaştığında, dizlerinin daha fazla dayanamayacağını biliyordu. 1953 senesinde ise emekli oldu. Bu konu benimle çok fazla gerilmeden ya da odayı terk etme ihtiyacı hissetmeden konuşamadığı bir konuydu. Emekliliğinden biraz sonra da Amerika’ya gelmek için planlar yapmaya başlamıştı.
Miami’de oldukça iyi bir tenis kulübünde, gün içinde talep eden herkesle oynayabilmek üzere vurucu olarak işe başladı. Normalde üniversite öğrencilerine yaz için ayrılan bir iş olsa da işini, yarışırken olduğu gibi tüm dikkatiyle yaptı. “Tenisi, tüm kalbimi vermeden nasıl oynarım bilmiyorum.” derdi.
Çok geçmeden insanlar onu özel dersler için sormaya başladı. Uygun bir forma girmeye adanmışlığı, yüksek beklentileri ve eğer El Jaguar’ı iyicedinlersen maçlarını kazanmaya başlayacağın gerçeği ile bilinirdi.
1956 yılına geldiğinde, tenis hocası olarak ona ülkenin her yerinden iş istekleri yağıyordu. Annem Alicia ile tanıştığı Los Angeles’taki Palm Tenis Kulübü’ne de yolu işte böyle düştü. Annem bir dansçıydı, kulüptekilere vals ve fokstrot öğretiyordu.
Uzundu ve her gittiği yere 10 santimetre topuklu ayakkabılar giyerek daha da uzuyordu. Yavaş ve anlamlı yürür, baktığı her insanla göz teması kurardı. Onu güldürmek çok zordu ama sonunda güldüğünde bu çok yüksek sesli olurdu. Öyle ki gülüşünü duvarların arkasından bile duyabilirdiniz.
İlk buluşmalarında babama, konu tenis olduğunda dar görüşlü olduğunu söylemişti. “Yakında vazgeçmen gereken bir şey bu, Javier. Yoksa nasıl bütün olmayı öğreneceksin?”
Babam ona aklını kaçırdığını söylemişti. Onu bütün yapan şey tenisti.
“Ah, bir de inatçısın.” diyerek cevap vermişti annesi.
Yine de, babam ertesi gün ders çıkışı onu bir düzine gül ile karşılaşmıştı. Annem onları almış ve teşekkür etmişti. Ama babam, annemin bırakmadan önce gülleri koklamadığını fark etmişti. Babam her ne kadar hayatında kimseye gül vermese de, o an annemin daha önce onunla beraber olmak için umutla bekleyen bir grup adamdan bir sürü çiçek aldığını sezmişti.
“Bana tango öğretir misin?” demişti babam.
Annem, bu Arjantinli adamın tango bilmediğine kısacık bir an bile inanmadan, yandan bir bakış atmıştı. Ama sonra bir elini onun omzuna, diğerini de havaya kaldırmış, “Hadi, gel o zaman.” demişti. Babam elini tutmuştu. Ve o da babama nasıl onu dans pistine kadar götüreceğini öğretmişti.
Babam gözlerini ondan ayıramadığını ve onunla odanın diğer ucuna süzülmenin nasıl da büyüleyici olduğundan bahsederdi.
Sona yaklaştıklarında babam onu kaldırmış, annem de ona gülümseyerek biraz sabırsızca, “Javier, bu beni öpmen gereken yer.” demişti.
Birkaç ay içinde babam onu kaçıp evlenmeye ikna etmişti. Ona, ikisi için büyük hayalleri olduğunu söylemişti. Annem de hayallerinin ona ait olduğunu, babam dışında pek bir şeye ihtiyacı olmadığını söylemişti.
Annem, ona hamile olduğunu söylediği akşam Santa Monica’daki apartmanlarında babamın kucağında oturmuş, iki insanın ağırlığını hissedip hissedemediğini sormuştu. Babam anneme gülümseyerek bakarken gözleri dolmuştu. Ve sonra da anneme, erkek olduğumu kesinlikle hissedebildiğini ve onun olduğundan iki kat daha iyi bir tenis oyuncusu olacağımı söylemişti.
–
başlık
Ben bebekken, babam onu izleyebilmem için korta yüksek bir sandalye getirirdi. Topu izleyebilmek için kafamı bir ileri bir geri sürekli döndürdüğümü söylerdi. Anlattıklarına göre, annem arada gelip beni gölgeye oturtabilmek ya da yemek için götürmeye çalışırmış. Ama ben tekrardan korta götürülene kadar ağlamayı kesmezmişim.
Babam, ben henüz yeni yürümeye başlamış bir bebekken elime bir tenis raketi tutuşturduğu anıyı anlatmaktan asla bıkmaz. Topu bana yavaşça attığında benim de raketimi sallayarak karşılık verdiğime dair bu kadersel gün üzerine yemin ediyor.
Beni omuzlarına alarak, anneme söylemek için eve geri koşmuş, o da yemek hazırlamaya devam ederken gülümsemişti.
“Ne dediğimi anladın mı?” demişti.
Annem de gülmüştü. “Kızımızın tenisi sevdiğini mi? Elbette tenisi seviyor, ona gösterdiğin tek şey bu.”
“Bu, Akhilleus sadece savaş zamanında yaşadığı için iyi bir savaşçıydı, demek gibi bir şey. Akhilleus iyi bir kahramandı çünkü iyi bir kahraman olmak kaderinde yazılıydı.”
“Anladım, yani Carolina aslında Akhilleus?” diye sormuştu annem, gülümseyerek. “Peki bu seni ne yapıyor, bir tanrı mı?”
Babam onu savuşturarak “Bu onun kaderi,” demişti. “Gün kadar açık. Senin zarafetin ve benim gücümle dünyanın gördüğü en iyi tenis oyuncusu olabilir. Bir gün onun hakkında hikâyeler anlatacaklar.”
Annem gözlerini devirerek masaya yemekleri dizmeye başlamıştı. “Nazik ve mutlu olmasını tercih ederdim.”
Babam annemin arkasında dikilip kollarını ona sararken, “Alicia,” demişti. “Kimse öyle insanlar hakkında hikâyeler anlatmıyor.”
Bu metnin redaktörlüğü Aylin Efe tarafından yapılmıştır.
Beğenebileceğiniz diğer yazılarımız:
Yazıyı burada paylaş: