Axie Oh’un çıkış kitabı XOXO, müzik tutkunu bir gencin oldukça ünlü bir k-pop yıldızı ile olan kaçamak ilişkisini anlatıyor. Artemis Milenyum tarafından dilimize çevrilecek bu kitabın ön okuması dilimize Buse Olçay tarafından çevrildi.1
1: Bu metin Buse Olçay tarafından Bibliyoraf.com için çevrilmiştir. Çevirmenin ve Bibliyoraf’ın izni olmadan başka bir sitede kullanılamaz.
xoxo
Bölüm Bir
Jay’in Karaoke Barı, Kore Mahallesindeki şerit tipi bir alışveriş merkezinin ortasında, Boba Diyarı 2 ve Sookie’nin Saç İmparatorluğu’nun arasında yer alıyordu.
Saç İmparatoluğu’nun kapısı ben geçerken aniden açıldı. “Ya, Jenny-ya!”2 Aynı zamanda işletmenin de sahibi olan kuaför Sookie Kim, elinde plastik bir poşet ve ütüyle kapının eşiğinde durdu. “Bir merhaba demeyecek misin?”
2: Kore dilinde isimlerin sonuna getirilen “-ya” eki birbirine yakın kişiler arasında kullanılan, samimiyeti belirten bir ektir.
“Merhaba, Bayan Kim,” dedim. Ardından, saç kurutucuların altında yan yana oturmuş, duvara montelenmiş televizyondan Kore dizisi izleyen orta yaşlı üç kadına bakabilmek için omzunun üstünden boynumu esnettim. “Merhaba, Bayan Lim, Bayan Chang ve Bayan Sutjiawan.”
“Merhaba, Jenny,” diye topluca cevap verdiler. Bana hızla el sallayıp dikkatlerini tekrardan televizyona, Kore dizisi öpücüğü verecekmiş gibi görünen çifte verdiler. Adam kafasını bir yöne, kadın da diğer yöne doğru eğmişti. Arka planda yüksek sesli bir dramatik müzik çalıyordu, kamera hareketlerini takip ederken çiftin dudakları birbirine dokundu ve öylece durdu.
Jenerik akmaya başladığında hanımlar hülyalı iç çekişlerle sandalyelerine geri yığıldılar. Yani, en azından iki tanesi öyle yaptı.
“Bu kadar mıydı?” Bayan Sutjiawan, ev terliğini televizyona fırlattı.
“Al.” Bayan Kim, kadınları görmezden gelerek tuttuğu plastik poşeti elime verdi. Daha detaylı bakınca içeriğinin H Mart market poşetine sarılıp ağzı sıkıca bağlanmış bir yemek olduğu belli oluyordu.
“Bu, annenle paylaşman için.”
“Teşekkür ederim.” Omzumdaki bez çantayı düzelttim ve ikramı alırken hafifçe eğildim.
xoxo
Bayan Kim dilini şaklattı. “Annen çok çalışıyor! Evde daha fazla kalıp kızıyla ilgilenmeli.”
Annemin ofiste, Bayan Kim’in kendi işyerinde olduğu kadar çalıştığına neredeyse emindim ama buna dikkat çekmeyecek kadar güçlü bir kendimi koruma güdüm vardı. Bunun yerine, saygılı-genç-kız-enerjisi yaymaya devam ettim ve nazikçe gülümsedim. İşe yaramışa benziyordu çünkü Bayan Kim’in ifadesi yumuşadı. “Annen seninle çok gurur duyuyor olmalı Jenny. İyi bir öğrencisin. Ve çelloda pek yeteneklisin! Benim Eunice’e iyi müzik okullarının yalnızca en iyileri kabul ettiğini söylüyorum ama dinliyor mu ki?”
Kadınlardan biri içeriden seslendi, “Sookie-ssi!”3
3: Kore dilinde isimlerin sonuna getirilen “-ssi” eki kişiler arası resmiyet ve saygı belirten bir ektir.
“Geliyorum,” diye geri bağırdı. O dükkanına yönelirken ben de hemen yandakine doğru ilerledim.
Yedinci sınıfta Eunice ile aynı klasik müzik yarışmalarına katılmaya başladığımızdan beri Bayan Kim bizi birbirimizle karşılaştırıyordu. Bana her zaman ettiği iltifatları göz önüne alınca, ipin diğer ucundaki Eunice’in neler işittiğini düşünmeye korkuyordum. Son zamanlarda onu hiçbir yarışmada görmemiştim. Geçen cumartesi gerçekleşen, sonuçları o an ceketimin cebinde delik açan yarışmada da yoktu. Eğer Bayan Kim jürilerin benim hakkımda ne dediklerini okusaydı övmek için o kadar da hızlı davranmazdı.
xoxo
Jay’in Karaoke Barı’nın kapısındaki çan, içeri girişimle çınladı.
“Hemen geliyorum!” Jay amcanın sesi, barı mutfaktan ayıran perdenin arkasından geliyordu.
Tezgahın etrafında dolaşarak bez çantamı bıraktım ve Bayan Kim’in Tupperware’ini soju şişelerinin arasına tıkıştırmak için mini buzdolabını açtım.
Yedi yıl önce babam ve Jay amca, çocukluklarından beri sahip oldukları bir dileği, birlikte bir karaoke barının sahibi olup işletme dileğini gerçekleştirmek için bu yeri satın almıştı.
Jay amca ile aramda kan bağı yoktu ama babamla kardeş gibiydiler. Babam vefat ettikten sonra anneme okul sonrası onun yanında çalışıp çalışamayacağımı soran Jay amca olmuştu. Başta annem bu fikre karşı çıkmış, part-time bir işin okula ve orkestra pratiğine yeterli zaman bırakmayacağından endişe etmişti. Ama Jay amca çalışmadığım saatlerde ödevlerimi yapabileceğimi söyleyince yola gelmişti. Ayrıca burada büyüdüm sayılırdı. Babamın barın arkasında en yeni içki karışımını çalkalarken Jay amcayla gülüştüğü, sadece benim için özel bir alkolsüz içecek yapmayı unutmadığı anları hatırlıyordum.
başlık
Birkaç yıl boyunca bara girmeme izin verilmemişti -annem anılarımı canlandırmasından korkuyordu- ama şu ana dek her şey eğlenceliydi. Ve geri gelen anılar da yalnızca mutlu olanlar olmuştu.
Tezgaha temizleyici solüsyonu sıkıp ovalayarak sildim, sonra da uzun bar masalarına geçtim. Ana odada pek müşteri yoktu ama koridora bir bakış atınca özel karaoke odalarından birkaçının dolu olduğu görünüyordu.
“Hey, Jenny, ben de sen olduğunu düşünmüştüm zaten.” Jay amca, buharı üstünde tüten iki kağıt tabak yemekle belirmişti. “Bugünün spesiyali bulgogi tacosu. Aç mısın?”
“Açlıktan ölüyorum.” Bar taburesine zıpladım. Jay amca tabağı önüme yerleştirdi; içinde marul, domates, peynir, kimçi ve kendi özel sosuyla marine ettiği bulgogiyle dolu iki taco vardı.
Ben yemeğimi silip süpürürken Jay amca barın üzerindeki televizyondan Netflix’i açarak filmlere göz atmaya başladı.
Bu bizim geleneğimizdi. Bar, gecenin daha geç saatlerine kadar yoğun olmuyordu, bu yüzden akşamüstlerini yemek yiyerek ve film, özellikle de Asya yapımı gangster filmleri izleyerek geçirirdik.
başlık
Klasik bir filme rastlayınca “İşte buldum,” dedi Jay amca. Mazisi Olmayan Adam veya bir diğer adıyla Ajeossi. Gençkomşusu kaçırılınca, hayata küsmüş eski bir polisin onu geri getirmek için çıktığı yolculuğu anlatan bir aksiyon filmiydi. 96 Saat filminin çok daha iyi bir Kore versiyonu gibiydi. Çünkü filmde Won Bin vardı. Won Bin her şeyi güzelleştirirdi.
Jay amca altyazıyı açtı ve Won Bin’in otuz üç yaşında bir ajeossi, yani orta yaşlı bir adam olmasının inandırıcılığı hakkında yorum yaparken yemek yiyip filmi izledik. Müşteriler geldiğinde Jay amca sesi kıstı ve onları odalarına yönlendirdi. Birinin çağırma butonuna basıp basmadığını gösteren ekrandan gözümü ayırmıyordum ki müşterilerin siparişlerini alabileyim ve Jay amca içki siparişlerini hallederken onlara yemeklerini götürebileyim.
Saat dokuzu bulduğunda odaların yarısı dolmuş ve film bitmişti; bunun yerine hoparlörlerde bangır bangır K-pop çalıyordu. Jay amca her ay bardaki televizyondan o ayın en popüler kliplerinin YouTube derlemesini açardı. Renk uyumlu kıyafetler içindeki bir grup kızın akılda kalıcı bir elektro-pop şarkıya yaptıkları karmaşık ve senkronize edilmiş dans performansını izledim.
başlık
Okulumdaki bazı çocukların aksine, K-pop veya herhangi bir pop türüne hiç ilgi duymamıştım. Gerçekten. Hayatımın bir çalma listesi olsaydı, Bach, Haydn ve Yo-Yo Ma içerirdi.
“Senin bu hafta önemli bir yarışman yok muydu?”
Tezgahın arkasında Jay amca bir bardağı inceliyor, bezle kurutuyordu.
Midem kasıldı. “Cumartesi.” Ona neşesiz bir şekilde gülümsedim. “Sonuçları bu sabah aldım.”
“Öyle mi?” Kaşlarını çattı. “Ne almışsın?”
“Kazanmışım.”
“Ne? Ciddi misin? Tebrikler kızım!” Bir yumruğunu havaya savurdu. Barda oturan bir çifte doğru “Yeğenim bir şampiyon,” diye bağırınca tacolarını yerken irkilmelerine sebep oldu.
“Aynen…” Tezgahın üstüne kazınmış ve bir kalple çevrelenmiş bir çift baş harfin üzerinden parmağımla geçtim.
“Sorun ne?” Bardağı ve bezi tezgaha geri koydu. “Belli ki bir şey seni rahatsız ediyor.”
xoxo
“Jüri bir geri bildirim yolladı.” Gözle görülür şekilde buruşturulmuş, sonra düzeltilmiş, sonra kare şeklinde katlanmış kağıdı cebimden çıkardım ve ona uzattım. “Sıradaki yarışmadan önce kendimi geliştirmeme yardımcı olması gerekiyormuş.”
Jay amca notu okurken çoktan ezberlediğim kelimeleri tekrarladım.
Jenny yetenekli bir çellist ve müziğin tüm teknik alanlarında usta, fakat onu eksiksiz eğitilmiş bir müzisyenden olağanüstü bir müzisyene taşıyacak kıvılcıma sahip değil.
Gelecek yıl, tıpkı benim gibi yüzlerce çellist ülkenin en iyi müzik okullarına başvuracaktı. En iyi okullardan birine girebilmek için sadece mükemmel olamazdım. Olağanüstü olmalıydım. Jay amca kağıdı geri verdi. “Yetenekli ve teknik becerili. Kulağa doğru geliyor.”
Notu cebimin derinliklerine doğru tıkıştırdım. “Bana ruhsuz bir robot dedikleri kısmı unuttun.”
Güldü. “O kısmı kesinlikle anlamadım.” Ama birazcık anlayışlı hissetmiş olacak ki ekledi, “Hayal kırıklığına uğramanı anlıyorum. Ama bu sadece bir eleştiri. Bunları her zaman işitiyorsun.”
xoxo
“Olay sadece bir eleştiri olması değil,” dedim, can sıkıntımı kelimelere dökmeye çalışıyordum. “Olay, geliştirebileceğim bir şeyin olmaması. Müzikte duygular, perde ve dinamiklerle ifade edilir. Ben bu iki şeyde de iyiyim.”
Jay amca bana yandan bir bakış attı.
“Bende kıvılcım olmadığını söylediler!”
İç çekip bara doğru yaslandı. “Bence işin doğrusu kıvılcımını, istediğinin peşinden gitmen için seni ateşleyecek şeyi henüz bulamamış olman. Mesela baban ve ben bu karaoke barı açmaya karar verdik, hem de bir sürü insanın para kaybı olduğunu söylemesine rağmen. Annen bile aynı fikirdeydi, gerçi ne kadar az parayla büyüdüğünü bildiğimden onu suçlamıyorum. Zor olacağını ve başaramama olasılığımızın olduğunu biliyorduk, ama yine de denedik çünkü bu bizim hayalimizdi.”
“Ama…” dedim yavaşça, “tüm bunların müzik okullarını etkilemekle alakası ne?”
“Pekala, sana bunu Jenny-dilinde açıklayayım. Bu akşam izlediğimiz filmi biliyorsun, değil mi? Ajeossi. Won Bin’in karakterinin söylediği bir şey var, kabaca çevirisi şöyle oluyor: ‘Yarın için yaşayanlar, bugün için yaşayanlardan korkmalı.’ Neden korkmalılar biliyor musun?”
başlık
“Hayır,” dedim ağır ağır. “Ama bana söyleyeceksin zaten.”
“Çünkü yarın için yaşayanlar risk almaz. Sonuçlardan korkarlar. Bugün için yaşayan insanların ise kaybedecek hiçbir şeyi yoktur, bu yüzden canlarını dişlerine takıp mücadele ederler. Demek istediğim, belki de geleceğin için, müzik okuluna girmek için, daha sonra olacaklar için bu kadar çok endişelenmeyi bırakmalısın… Ve azıcık hayatını yaşamalısın. Yeni deneyimler, yeni arkadaşlar edin. Sana söz veriyorum, istediğin hayatı şu an elde edebilirsin. Eğer sadece yaşamaya başlarsan.” Müşteriler bara girince kapı çanı çıngırdadı.
“Hoş geldiniz!” diye seslendi Jay amca, müşterileri karşılamak için tezgahın etrafından dolaştı ve beni düşüncelerimle baş başa bıraktı.
Anneme mesaj atmayı düşündüm ama ne diyeceğini biliyordum: Daha çok pratik yapmalı ve belki de programıma Eunbi ile ek ders eklemeliydim. Ayrıca Jay amcayı dinlememeliydim. Jay amca anı yaşama ve hayallerinin peşinden gitme taraftarıyken annem çok daha gerçekçiydi. Başarılı bir çellist kariyerim olabilirdi ama yalnızca çok çalıştığım ve tamamen buna odaklandığım takdirde.
başlık
Bunun dışındaki her şey dikkat dağıtıcıydı.
Gerçi, çok çalışmıyor değildim -Bayan Kim ve muhtemelen Eunice bilirdi- ama yine de o eleştiriyi almıştım.
Belki de Jay amcanın haklı olduğu bir nokta vardı.
Jay amca, müşterilere yardım etmeyi bitirip geri dönünce “Bunun için endişelenme, ufaklık,” dedi. “Halledersin. Neden eve erken gidip dinlenmiyorsun? Bomi birazdan burada olur.” Bomi, genelde gece mesaisinde çalışan suratsız UCLA öğrencisiydi. “Sadece gitmeden önce sekizinci odayı kontrol et. Makine süreleri doldu ama hala çıkmadılar.”
İç çektim. “Tamam.” Bar taburesinden kayarak koridorda yorgun argın yürüdüm. Müşterilerle zıtlaşmak, Jay’in Barı’ndaki işlerim arasında en az sevdiklerimdendi. Neden kuralları okuyamıyorlardı ki?
Birleşik Devletler’deki çoğu karaoke barında müşteriler gecenin en sonunda hesap öder ve çoğunlukla saatlik ücretlendirilirlerdi. Zaman ve ne kadar ödeyeceklerinin hesabını tutanlar müşteriler olurdu. Jay amca kendi karaoke işini Kore’de yapıldığı gibi yürütüyordu, odanın içindeki bir ekranda geri sayımda gösterilen belirli bir süre için önceden ödeme alıyordu. Bu yöntemle insanlar kazıklanmıyordu. Biraz daha şarkı söylemek isterlerse oda sürelerini uzatabilirlerdi. Annem her zaman Jay amcanın kafasının ticarete çalışmadığını söylerdi.
Sekizinci odanın kapısı kapalıydı ve içeriden ses gelmiyordu. Ama süreleri bittiği için bu oldukça mantıklıydı. Bir kere tıklattıktan sonra kapıyı açtım.
xoxo
Bu, VIP odasıydı, yirmi kişiye kadar alabilen kapasitesiyle barın en büyük odasıydı.
İçeride tek bir kişi bulunca şaşırdım. Benim yaşlarımda bir erkekti, sırtı duvara yaslanmış halde köşeye oturmuştu ve gözleri kapalıydı.
Başka biri daha var mı diye görmek için etrafa bakındım ama uzun masada hiç yiyecek veya içecek yoktu. Odayı tek başına kiraladığına göre oldukça varlıklı olmalıydı. Kıyafetleri de pahalıya benziyordu. İpeksi bir gömlek omuzlarına sarılmıştı ve düz siyah bir pantolon uzun bacaklarını örtüyordu. Sol kolu alçıdaydı ama sağ bileğinde bir Rolex saati parlıyordu -ve kol dövmeleri miydi onlar?
Hangi ergenin kolu dövmelerle kaplı olurdu ki?
Bakışlarımı yüzüne geri çevirdim ve gözlerinin açık olduğunu görünce irkildim. Konuşmasını bekledim ama sessiz kaldı. Boğazımı temizlemek için öksürdüm. “Süreniz doldu. Odayı kullanmaya devam etmek isterseniz, saati elli dolar. Aksi takdirde terk etmeniz gerekiyor.”
Bu, planladığımdan daha kaba çıkmıştı. Moralimi bozdukları için jüriyi suçluyordum.
Tavandaki disko topundan çıkan ritmik ışıklar, söylediklerimi takip eden sessizliği daha da vurguladı.
xoxo
Belki İngilizce bilmiyordu? Kore’den gelmiş olabilirdi. Hiçbir Amerikan genci bu kadar tarz sahibi olamazdı.
Bir daha denedim, bu sefer Korece. “Sigan Jinasseoyo. Nagaseyo.” Tam olarak: “Süre doldu. Çık.” Gerçi saygı ekleriyle söylemiştim, yani teknik olarak kibar davranıyordum.
“İlk söylediğinde duymuştum,” dedi İngilizce. Konuşurken sesi derin ve pürüzsüzdü. Hafiften aksanı vardı, kelimelerinin etrafını sıcak bir tarzda yuvarlıyordu.
Nedenini bilmediğim bir kızarmanın yanaklarımı bastığını hissettim. “O zaman neden bir şey demedin?”
“Alınmam gerekip gerekmediğini düşünüyordum.”
Masanın ortasında duran ve elimizdeki tüm karaoke şarkılarının adının listelendiği lamine defteri işaret ettim. “Kurallar şarkı defterinin kapağında yazılı. On beş dakika içerisinde daha fazla süre almazsan hemen ayrılman gerektiğini belirtiyorlar.”
Omuz silkti. “Param kalmadı.”
Gucci ayakkabılarını süzdüm. “Bundan baya şüpheliyim.”
“Benim değiller.”
Kaşlarımı çattım. “Çaldın mı?”
Duraksadı, sonra yavaşça “Öyle de denilebilir.” dedi.
Yalan mı söylüyordu? Nedense öyle gelmiyordu. Bara geldiğini görmemiştim. Ne kadar zamandır bu odadaydı? Yalnız başına. Böyle bir şeyi kim yapardı? Bir şeyden saklanmıyorsa tabii? Belki de Ajeossi’yi daha yeni izlediğim için bu sonuca atlıyordum.
başlık
Bir adım yakınlaştım. Hareketlerimi taklit ediyor gibiydi, öne doğru eğildi.
“Yardıma-“ Sesimi alçalttım. “Yardıma ihtiyacın var mı?” Suç dizilerinde benim yaşımdaki insanlar asla kendi istekleriyle bir çetede olmazdı.
Omuz silkti. “Şu an için elli dolar harika olurdu.”
Kafamı iki yana salladım. “Başının belada olup olmadığını soruyorum. Mesela… bir çeteyle.”
Bir anlığına şaşırmış göründü, gözleri hafiften büyümüştü. Ardından kafasındaki taşlar yerine oturdu ve bakışlarını indirdi. “Ah, demek anladın.”
Hevesle başımı salladım. “On altı veya on yedi yaşında olmalısın…” diye direttim.
“Birleşik Devletler’de reşit olmayanları koruyan yasalar var.” Belki onu bir şeyle tehdit ediyorlardı, kardeşinin veya arkadaşının güvenliği gibi mesela. “Yardıma ihtiyacın varsa, tek yapman gereken istemek.”
Kısa bir duraksama oldu, sonra hafifçe sordu. “Beni kurtarmanı istesem, yapar mıydın?”
Kalbim burkulmuştu. “Deneyebilirim.”
Bakışlarını benimkilere doğru kaldırdı ve nefesim kesildi. Birinin bu kadar… güzel olabilmesi neredeyse adaletsizlikti. Cildi kusursuzdu. Koyu gözleri ve yumuşak saçları ve de dolgun, kıpkırmızı dudakları vardı.
Başını eğdi ve omuzları titremeye başladı. O… ağlıyor muydu? Biraz daha yaklaştım ama sonra…
Gülüyordu. Sağlam eliyle dizine bile vuruyordu.
Hıyara bak! Onun için endişelenmiştim ben.
başlık
Ayaklarımı yere vura vura odadan çıktım.
Girişteki Jay amca odalardan birine süre eklediği yerden kafasını kaldırdı. Yüzüme tek bir bakış atıp iç çekti. “Çocuk çıkmıyor, ha? Dert etme, ben hallederim.”
Barın arkasından çıkmaya hazırlanıyordu ama bir elimi kaldırdım. “Bekle.” Biraz önce söylediklerini hatırlamıştım. Azıcık hayatını yaşa. “Bende bu iş.”
Bölüm İki
Odaya girdiğimde çocuk hala köşede oturuyordu. Açıkça beni dinlemediği için tepem atmalıydı belki ama pek önemi yoktu.
“Şöyle yapacağız,” dedim. “Odana ekstra yirmi dakika ekledim.”
Bir kaşını kaldırdı. ”Ne kadar da cömertsin.”
“Hediye değil. Sana karaoke yarışmasında meydan okuyorum.”
Boş gözlerle bana baktı.
“Göstereyim sana.” Hızla karşısındaki koltuğa yerleştim, karaoke makinesini kontrol eden aleti aldım ve Skor butonuna bastım. “Şimdi, şarkı bittiğinde makine performansımızı puanlayacak,” diye açıkladım. “Eğer sen kazanırsan sana bu odada bir saat daha vereceğim. Ücret almadan. Eğer ben kazanırsam, gitmek zorundasın.”
başlık
Bunu yapmama birazcık şaşırıyordum. Bir yabancıya -büyük ihtimalle kanlı canlı gördüğüm en çekici kişi olan, benim yaşlarımdaki bir çocuğa- karaoke yarışmasında meydan okuyacağım kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi. Ama jüriden aldığım geribildirimden sonra bir şeyler yapmaya kararlıydım.
Belki Jay amca haklıydı. Belki konfor alanımın dışına çıkmak ve farklı yollar denemek bir fark yaratırdı.
Dudağımı ısırdım ve çocuk teklifim üzerinde düşünürken bekledim. Doğrusu, onun için her şekilde kârlı bir durumdu. Ödeme yapmadığı takdirde, eninde sonunda ayrılması gerekecekti. Yani, ya zaten yapacağı şeyi yapacak ya da nispeten güvenli bir ortamda bedava bir saat kazanacaktı.
Sonunda sağlam eliyle şarkı defterine hafifçe vurdu. “Tamamdır. Senin oyununu oynayacağım. Ama hayal kırıklığına uğrayacaksın. Şarkı söylemede gerçekten iyiyim.”
Yüzündeki sırıtmadan, bir saatlik işgalci-evsiz hayatını şimdiden planlamaya başladığını görebiliyordum. Ama dünyadaki en iyi sese sahip olmasam da karaoke makinesinin perde üzerinden puan verdiğini ve benim de o konuda mükemmel olduğumu bilmiyordu.
Şarkı defterini masanın üzerinde ittirmeye başladı.
xoxo
“Ona ihtiyacım olmayacak.” Kumandayı elime aldım ve şarkıcıyı isminden arayarak seçimimi tıkladım. Gloria Gaynor’ın “I Will Survive” şarkısının enstrümantali çalmaya başladı.
Mikrofon elimde ayağa kalktım ve şarkıyı yüksek sesle söylemeye başladım. Bu şarkıyı seçmenin büyük bir nedeni hızlı ritmiydi. Nefes almaya çalışırken düşünmek veya kendimi sorgulamak için zamanım kalmıyordu. Ayrıca “Çık şu kapıdan” ve “İstenmiyorsun artık” gibi sözlerinin olmasının da bir zararı yoktu.
Şarkı bittiğinde koltuğa yığıldım. Puanım ekranda belirdi: 95.
Çocuk, sağlam eliyle masaya vurarak yavaşça alkışladı. “Bu… ilginçti.”
Nefes nefeseydim, yanaklarım kızarmıştı. “Yalnızca sekiz dakika süremiz var. Çabuk, bir şarkı seç.”
Bakışlarımı kaldırdığımda gözlerini üzerimde buldum. “Benim için sen seç.”
“Emin misin?” Defteri aldım ve yeni şarkıların eklendiği son kısmı açtım. “Buna pişman olacaksın.” Amerikan şarkılarında pek seçenek yoktu ama Korece şarkılar iki sayfayı dolduruyordu. Şarkıcı isimlerini sesli okumaya başladım.
başlık
“XOXO mu? Bu ne biçim bir isim?” Güldüm.
Kaşlarını çattı. “Yedi dakika.”
Önümde bir sürü olasılık vardı. Elimdeki güç yüzünden neredeyse neşeyle dolmuştum. “İngilizce şarkı mı yoksa Korece şarkı mı tercih edersin?”
“Fark etmez.”
“Yani, bir noraebang’tayız4, Korece bir şarkı söyle bari. Ama pek Korece şarkı bilmiyorum.”
4: Norae (şarkı) ve bang (oda) kelimelerinin birleşimi. Karaoke merkezlerinde şarkı söylenen odalara denir.
“Gerçekten mi? Şeyi, milli marşı bile mi?”
Ona alaycı bir cevap vermek üzereydim ki bir şey hatırlayıp duraksadım. “Bir tane biliyorum…”
“Adı ne?”
“Adını bilmiyorum.” Melodiyi hatırladığım kadarıyla mırıldandım ama şarkıyı duymamın üzerinden çok uzun bir zaman geçmişti. “Pardon.” Kafamı salladım, bu konuyu açtığım için kendimi aptal gibi hissediyordum.
“Gohae.”
Gözlerimi kırptım, şaşırmıştım. “Ne?”
“‘İtiraf.’ Şarkının adı bu. Ünlü bir şarkı.”
Çocuğa bakakaldım. Şarkıyı bildiğine, hem de melodinin yalnızca birkaç notasından anladığına inanamıyordum. “Babamın en sevdiği şarkılardandı.”
“Benim de,” dedi.
Kaşlarımı çattım. “En sevdiğin şarkı mıydı?”
başlık
“Babamın en sevdiği şarkıydı.”
İkimiz de babalarımızdan artık burada değillermiş gibi bahsettiğimizi fark edince aramızda bir anlık sessizlik oluştu.
Uzanıp kumandayı aldı. Bir eliyle dili İngilizceden Hangul’a5 çevirip numaraları girerken parmakları hızlı ve kendinden emindi.
5: Kore alfabesi
Enstrümantal çalmaya başladığında içimde bir şeylerin durulduğunu hissettim. Bu, o şarkıydı. Melodiyi ve klavyenin kendine özgü sesini tanıyordum. Ardından çocuk şarkı söylemeye başladı ve nefes almayı unuttum.
Sözlere daha önce hiç dikkat etmemiştim ama şimdi sanki ipek gibi etrafımı sarıyorlardı.
Söylediği şarkı, dünya onlara karşı çıkacak olsa da birini sevmeye cesaret etmek hakkındaydı.
Sesi mükemmel olmaktan çok uzaktı, pürüzlüydü ve notaları kaydırıyordu ama yine de her sözünde, her kelimesinde dürüstlük ve kırılganlık vardı.
Aklıma beş yıl önceden bir anı geldi, babamın hastane yatağının ucunda bağdaş kurmuş oturuyordum. Battaniyenin üzerinde kart oynuyorduk ve arka planda bu şarkı çalışıyordu. Ve gülüyorduk. O kadar çok gülüyorduk ki gözlerim yaşlarla doluydu. Çok mutluyum, bu hissin bitmesini hiç istemiyorum, sonsuza kadar sürmesini istiyorum, diye düşündüğümü hatırladım.
Ama hiçbir şey sonsuza kadar sürmüyordu.
xoxo
Ekranda puanı belirdi: 86.
Makinedeki süre dolmuştu. Çocuk ayağa kalktı, alçısını düzeltti. Onunla yüzleşmek için düşünmeden ayağa kalktım.
“Teşekkür ederim,” dedi tereddütle. Ardından eğilerek selam verdi. Ben de eğilerek karşılık verdim. Garip hissettirmeliydi ama nedense öyle hissettirmiyordu.
Onun kazanması gerektiğini, herhangi bir jürinin ona benden daha yüksek puan vereceğini söylemek istedim. Neticede, gerçek bir müzisyen sadece şarkı söylemez, bir şeyler hissetmenizi sağlardı. Ve anı ile müzik yüzünden kalbimin ne kadar ağrıdığına bakınca, onda kıvılcımın olduğu açıktı. Ona bunun nereden geldiğini ve kendi kıvılcımımı nasıl bulabileceğimi sormak istedim.
Ama hiçbir şey demedim ve çocuk sessizce odadan çıktı, kapı arkasından tıkırdayarak kapandı.
Bu yazının redaktörlüğünü Aylin Efe yapmıştır.
Beğenebileceğiniz diğer yazılarımız:
Yazıyı burada paylaş: