Bu ay sizler için son dönemde kitaplarıyla hepimizi etkisi altına almış Emily Henry’den bir kitabın ön okumasına yer verdik. Yazarın yedinci kitabı Book Lovers hiç istemedikleri halde sürekli karşılaşan iki kitap kurdunun hikâyesini anlatıyor. Bu metni ekibimizden Esma Mina Yıldız1 çevirdi. İyi okumalar.
1: Bu metin Esma Mina Yıldız tarafından Bibliyoraf.com için çevrilmiştir. Çevirmenin ve Bibliyoraf’ın izni olmadan başka bir sitede kullanılamaz.
book lovers
Saçlarımı düzelttim, omuzlarımı dikleştirdim ve içeri girdim. Klimanın ani soğuk darbesi tüylerimi ürpertti.
Öğle yemeği için geç olduğundan mekân kalabalık değildi. Arkada bir yerlerde, vampir gibi tamamen siyahlara bürünmüş Charlie Lastra’yı gördüm.
Hiç bizzat görüşmemiştik, ama Publishers Weekly’de yayınlanan Wharton House Books’taki baş editörlük terfii duyurusunu iki defa okumuş ve fotoğrafını hafızama kazımıştım: Sert ve koyu kaşlar, açık kahverengi gözler ve dolgun dudaklarının altında, çenesinde küçük bir kırışıklık. Bir yanağında, eğer bir kadın olsaydı, kesinlikle bir güzellik işareti olarak kabul edilecek koyu bir ben vardı.
Eğer yorgun duruşu ve siyah saçlarına dağılmış gri telleri olmasaydı, çocuksu denilebilecek yüzüyle 30’lu yaşlardan daha büyük olamaz derdim.
Ayrıca, kaşlarını çatıyordu. Dudakları asıktı. Alnı kırışmıştı. Somurtkan bir ifadesi vardı.
Charlie saatine baktı.
Bu iyiye işaret değildi. Ofisten çıkmadan hemen önce patronum Amy beni Charlie’nin asabi olduğu konusunda uyarmıştı, ama endişelenmemiştim. Çünkü ben her zaman dakik biriyimdir.
Telefonda terk edildiğim zamanlar hariç. Görünüşe göre bu gibi durumlarda altı buçuk dakika geç kalabiliyordum.
“Merhaba!” Yaklaşırken, elini sıkmak için uzandım. “Ben Nora. Nihayet sizinle bizzat tanışabildiğime sevindim.”
Ayağa kalkarken sandalyesini yere sürttü. Siyah kıyafetleri, sert çehresi ve genel havası odada bir kara delik etkisi yaratıyor, tüm ışığı emiyor, adeta aydınlığı yutuyordu.
Çoğu insan, efor sarf etmeden profesyonel gözükmek için siyah giyer ama o siyah giyinmesini, büyük “S” ile, bir seçimmiş gibi gösteriyordu. Rahat kalıplı yün kazağı, pantolonu ve klasik ayakkabıları ona sokakta paparazzilere yakalanmış bir ünlü havası veriyordu. Kendimi üzerindekilerin kaç dolar ettiğini hesaplarken buldum. Libby bu huyuma ‘rahatsız edici, orta halli insan marifeti’ diyordu. Ama aslında sadece güzel şeyleri sevmemden ve stresli bir günden sonra kendimi rahatlatmak için sıklıkla, hiçbir şey almasam da internet mağazalarında gezmemden kaynaklanıyordu.
book lovers
Charlie’nin kıyafetlerini sekiz yüz ile bin dolar arasında bir yere koyardım. Benim kıyafetlerimle, her ne kadar ayakkabılarım dışında üstümdeki her şey ikinci el olsa da, aynı aralıkta bir yere.
Uzattığım elimi sıkmadan önce iki saniye kadar beni inceledi, “Geç kaldın.” Gözlerime bakma zahmetine bile girmeden yerine oturdu.
Sırf güzel bir yüz ve dolu bir cüzdanla doğdu diye kendini karşısındakinden üstün gören bir erkekten daha kötü ne olabilirdi ki? Grant, ben-her-şeyden-önemliyim pisliklerine karşı tahammülümü tamamen bitirmişti. Ama yine de yazarımın hatırına bu oyunu oynamak zorundaydım. “Biliyorum.” Özür diler gibi baktım, ama dilemedim. “Beklediğiniz için teşekkür ederim. Metro raylarda durdu. Nasıldır bilirsiniz.”
Gözlerini benimkilere dikti. Şimdi daha da koyu gözüküyorlardı, o kadar koyu ki göz bebeklerinin etrafında iris olup olmadığından emin olamıyordum. İfadesi, metronun hem korkunç hem de sıradan sebeplerle raylarda durmasının nasıl olduğunu bilmediğini gösteriyordu.
Muhtemelen metro kullanmıyordu.
Muhtemelen her yere parlak siyah bir limuzin ya da asil atlar tarafından çekilen gotik bir at arabasıyla gidiyordu.
Ceketimi çıkardım (balıksırtı desenli, Isabel Marant marka) ve karşısına oturdum. “Sipariş verdiniz mi?”
“Hayır,” dedi. Yalnızca hayır.
Umutlarım azaldı.
Bu tanışma yemeğini haftalar önce planlamıştık. Ama geçen cuma ona en eski müşterilerimden biri olan Dusty Fielding’in yeni taslağını göndermiştim. Şimdi ise yazarlarımdan birini bu adamın ellerine emanet edip edemeyeceğimi sorguluyordum.
Menüye baktım. “Muhteşem bir keçi peyniri salataları var.”
book lovers
Charlie menüsünü kapattı ve bana baktı. Kalın siyah kaşlarını alçaltarak, “Daha ileri gitmeden önce,” dedi, sesi kısık ve doğuştan boğuktu, “Şunu söylemeliyim ki, Fielding’in yeni kitabını okunamaz buldum.”
Ağzım açık kalmıştı. Ne söyleyeceğimi bilemiyordum. Bir kere, kitabı gündeme getirmeyi düşünmemiştim. Eğer Charlie reddetmek isteseydi bunu bir e-mail üzerinden yapabilirdi. Okunamaz kelimesini kullanmadan.
Ama bunun dışında bile, düzgün bir insan hakaret etmeye başlamadan önce en azından masaya ekmeklerin gelmesini beklerdi.
Kendi menümü kapattım ve ellerimi masaya koydum. “Bence bu zamana kadarki en iyisi.”
Dusty iyi satmasa da hepsi harika olan üç kitap yayınlamıştı. Son yayıncısı ona bir şans daha vermek istememişti, bu yüzden başladığı yere geri dönmüştü ve bir sonraki romanı için yeni bir yuva arıyordu.
Ve evet, belki en sevdiğim kitabı değildi ama çok büyük bir ticari cazibesi vardı. Doğru editörün elinde bu kitabın neye dönüşebileceğini biliyordum.
Charlie arkasına yaslandı, ağır ve zeki bakışları bende şok dalgası yaratıyordu. Sanki doğrudan içime bakıyormuş, parlak nezaketimi geçip derinlerdeki asıl karakterimi görüyormuş gibi hissettiriyordu. Gözleri, yüzündeki o donuk gülümsemeyi sil, sen bu kadar nazik değilsin, diyordu.
Su bardağını çevirdi. “En iyi öyküsü Küçük Şeylerin Görkemi,” dedi. Sanki üç saniyelik bir göz teması en saklı düşüncelerimi okumaya yetecekmiş gibi ikimiz adına konuşuyordu.
Dürüst olmak gerekirse, Küçük Şeylerin Görkemi bu yüzyılın en sevdiğim kitaplarından biriydi ama bu haklı olduğu anlamına gelmiyordu.
“Bu kitap da en az diğerleri kadar iyi. Sadece farklı, belki daha az bastırılmış ama bu, kitaba sinematik bir hava katıyor.”
başlık
“Daha az bastırılmış mı?” Charlie gözlerini kıstı. En azından gözlerine altın-kahverengi tonları yeniden yayılmıştı ve artık üzerimde delikler açacakmış gibi hissettirmiyorlardı. “Bu Charles Manson’ın yaşam koçu olduğunu söylemek gibi bir şey. Doğru olabilir ama mesele bu değil. Bu kitap sanki biri Sarah McLachlan’ın şu hayvan zulmünü önleme reklamını izlerken durup, acaba tüm yavru köpekler kamera önünde ölse nasıl olurdu diye düşünmüş gibi hissettiriyor.”
Ağzımdan gergin bir kahkaha çıktı. “İyi! Sana hitap etmiyor. Ama eğer bana kitapla ilgili neyi beğendiğini söylersen,” diye çıkıştım “daha çok yardımın dokunur. Böylelikle gelecekte sana ne göndermem gerektiğini bilirim.”
Yalancı, dedi beynim.
Yalancı, dedi Charlie’nin rahatsız edici, baykuş gözleri.
Bu öğle yemeği -bu potansiyel çalışma ilişkisi– ölüp gitmişti.
Charlie benimle çalışmak istemiyordu, ben de onunla çalışmak istemiyordum ama sanırım sosyal kuralları tamamen boş vermemişti çünkü sorumu düşünüyor gibiydi.
“Benim zevkime göre aşırı duygusal,” dedi nihayet. “Ve karakterler de karikatürleştirilmiş-”
“İlginçleştirilmiş,” karşı çıktım. “İlginçliklerini azaltabiliriz ama çok fazla karakter var -tuhaflıkları onları ayırt etmemizi sağlıyor.
“Ve ortam-”
“Ortamın nesi var?” Hayatta Bir Kere’nin tüm albenisi ortamıydı. “Günışığı Şelaleri büyüleyici.”
book lovers
Charlie dudaklarını büktü. Kelimenin tam anlamıyla gözlerini devirdi. “Hiç gerçekçi değil.”
“Gerçek bir yer,” diye karşı çıktım. Dusty, küçük dağ kasabasını o kadar pastoral bir hale getirmişti ki, açıp Google’dan bakmıştım. Günışığı Şelaleri, Kuzey Carolina; Asheville’den sadece biraz uzaktaydı.
Charlie başını salladı. Rahatsız olmuş gözüküyordu. Al benden de o kadar.
Ondan hoşlanmamıştım. Eğer ben tipik bir şehir insanıysam, o da asık suratlı ve huysuz, amansız bir örümcek kafalıydı. O bir Ebenezer Scrooge*, dandik bir Heathcliff* ve Mr. Knightley*’nin en kötü yanlarının birleşmiş haliydi.
*Ebenezer Scrooge, Charles Dickens’in Bir Noel Şarkısı adlı romanındaki Noel’den nefret eden, huysuz karakterdir.
*Heathcliff, Emily Brontë’nin Uğultu Tepeler kitabındaki baş karakterlerden biridir. Öfkesi yüzünden kendine ve etrafındakilere hayatı dar eden anti-kahramanın arketipi olarak kabul edilir.
*Mr. Knightley, Jane Austen’nın Emma romanındaki baş karakterlerden biridir.
Ve ne yazık ki, aynı zamanda sihirli bir dokunuşu olmasıyla ünlüydü. Ajans arkadaşlarımdan birkaçı ona Midas diyordu. Çünkü dokunduğu her şeyi altına döndürüyordu. (Kuşkusuz bazıları da Fırtına Bulutu diyordu. Çünkü para yağdırıyordu ama ne pahasına?)
Önemli olan şu ki, Charlie Lastra kazananları seçiyordu. Ve Hayatta Bir Kere’yi seçmeyecekti.
Kendimi cesaretlendirmek için kollarımı göğsümde bağladım, her ne kadar bu daha çok onu cesaretlendirmişe benzese de, “Sana söylüyorum, ne kadar ‘yapmacık’ bulsan da Günışığı Şelaleri gerçek bir yer,” dedim.
“Gerçek olabilir,” dedi Charlie, “ama ben de sana söylüyorum, Dusty Fielding daha önce oraya hiç gitmedi.”
“Bunun ne önemi var?” diye sordum kibar numarası yapmayı bırakarak.
başlık
Patlamama tepki olarak Charlie’nin dudakları seğirdi. “Kitapla ilgili neyi sevmediğimi bilmek istemiştin-”
“Neyi sevdiğini,” diye düzelttim.
Öfkem, gırtlağımdan aşağı doğru iniyor ve ciğerlerime yerleşiyordu. “Bana ne gibi kitaplar istediğinizi söylemeye ne dersiniz Bay Lastra?
Yavaşça arkasına yaslandı, gevşedi ve avıyla oynayan bir orman kedisi gibi yayıldı. Su bardağını bir kez daha çevirdi. Bu hareketin gergin olduğunda yaptığı bir şey olduğunu sanmıştım ama belki de bayağı bir işkence taktiğiydi. O bardağı masadan aşağı fırlatmak istiyordum.
“Erken dönem Fielding’i istiyorum.” Dedi. “Küçük Şeylerin Görkemi’ni.”
“O kitap satmadı.”
“Çünkü yayıncısı nasıl satacağını bilmiyordu,” dedi Charlie. “Wharton House satabilirdi. Ben satabilirdim.”
Havaya kalkan kaşlarımı yerlerine oturtmak için büyük çaba sarf ettim.
Tam bu sırada, garson masamıza geldi. “Menülerinize bakarken size bir şey getirmemi ister misiniz?” diye tatlı bir şekilde sordu.
“Bana bir keçi peyniri salatası,” dedi Charlie, ikimize de bakmadan.
Muhtemelen şehirdeki en sevdiğim salatayı benim için yenmez hale getirmek için sabırsızlanıyordu.
“Siz ne isterdiniz hanımefendi?” diye sordu garson.
Yirmili yaşlarındaki biri bana her hanımefendi dediğinde hissettiğim o ürpertiyi bastırdım. İnsanlar mezarlarının üstünden geçtiğinde hayaletler de böyle hissediyor olmalı.
Book lovers
“Ben de aynısından alayım,” dedim ve sonra, iğrenç bir gün olduğu ve burada etkilemek istediğim kimse olmadığı ve de hiçbir şekilde birlikte çalışma niyetimin olmadığı bir adamla kırk dakika boyunca burada kapana kısılmış olduğum için, “Ve bir de cin martini. Zeytinli.” diye ekledim.
Charlie’nin kaşları belli belirsiz kalktı. Perşembe günü saat üçtü, tam olarak içki saati değildi, ancak yayıncılığın yaz aylarında kapandığı ve çoğu insanın cuma günleri izinli olduğunu göz önüne alırsak, neredeyse hafta sonuydu.
“Kötü bir gündü,” diye mırıldandım garson siparişlerimizle ortadan kaybolurken.
“Benimki kadar kötü olamaz,” diye cevapladı Charlie. Cümlesinin devamı havada kaldı, Hayatta Bir Kere’nin seksen sayfasını okudum ve sonra seninle buluştum.
Görmezden geldim. “Gerçekten ortamı beğenmedin mi?”
“Dört yüz sayfa harcamaktan daha az zevk alacağım bir yer hayal bile edemiyorum.”
“Biliyor musun,” dedim, “Söyledikleri kadar sevimli bir insansın.”
“Nasıl hissettiğimi kontrol edemem,” dedi soğuk bir şekilde.
“Bu Charles Manson’ın bütün o suçlardan sorumlu olmadığını söylemesi gibi bir şey,” diye patladım. “Doğru olabilir, ama mesele bu değil.”
Garson içkimi getirdi ve Charlie homurdandı. “Ben de bir tane alabilir miyim?”
Bu yazının redaktörlüğü Aylin Efe tarafından yapılmıştır.
Beğenebileceğiniz diğer yazılarımız:
Yazıyı burada paylaş: