Mary Shelley’nin ünlü Frankenstein romanını bilmeyen yoktur. Gotik edebiyatın en ikonik eserlerinden biri olan bu kitap aynı zamanda ilk bilimkurgu romanı olarak da anılır. Fakat bu kadar popüler bir kitap olmasına rağmen çoğu okurun bilmediği birçok detay var. Hadi gelin hep birlikte bunlardan birkaçını inceleyelim!
Frankestein her ne kadar bilindik bir hikaye olsa da yazıya geçmeden kısaca konusundan bahsetmekte fayda var. Roman, Victor Frankenstein adındaki genç bir tıp öğrencisinin ölümü yenerek yeni bir insan türü yaratmayı amaçlamasını konu alıyor. Annesinin ölümünden sonra kendini doğa felsefesine veren Victor, herkesten uzaklaşıp ölümü yenmenin yollarını aramaya koyuluyor.
Victor uzun uğraşlar sonucu, bir araya getirdiği insan parçalarından oluşan cansız bir bedene hayat vermeyi başarıyor. Fakat hemen ardından dünyaya getirdiği bu devasa “yaratığın” hayallerindeki üstün insandan çok uzak olduğunun farkına varıyor. Victor kendi yarattığından o kadar tiksinip korkuyor ki derhal kaçıyor. Böylece yaratık, dünyaya gözlerini açtığı ilk anda yapayalnız kalıyor.
Bu efsanevi eser Victor’ın yarattığına karşı duyduğu pişmanlığına ve yaratığın onu kabul etmeyen bir dünya ile mücadelesine odaklanıyor. Yaratıcı ve yaratılan, baba ve oğul olan bu ikilinin yolları tekrar ve tekrar karşılaşıyor. Ve her karşılaşma beraberinde Victor için bir felaket getiriyor. Ta ki Victor, hatasını kendi ölümü pahasına düzeltmeye kadar verene dek.
1. Frankenstein Nasıl Ortaya Çıktı?
Frankenstein sadece konusuyla değil, yazım süreciyle de oldukça ilginç bir kitap. O zamanlar henüz evlenmemiş olan Mary ve Percy Shelley, arkadaşları ile çıktıkları İsviçre tatilinde kötü hava koşulları yüzünden evde -ev dediğimiz yerin bir şato olduğunu da söylemek isterim- tıkılı kalıyorlar. Bu boğucu tatili birbirleriyle korkunç hikayeler ve şiirler paylaşarak renklendirmeye çalışıyorlar. Yine evde geçirmek zorunda kaldıkları bir akşamüstü Lord Byron ortaya bir yarışma fikri atıyor. Böylece o ana dek okuduklarından daha iyi bir korku hikayesi yazmaya uğraşıyorlar. İşte daha önce edebiyat tecrübesi olmayan Mary’nin meşhur romanı Frankenstein de ilk adımlarını burada atıyor.
Fakat şunu da eklemek gerekir ki Frankenstein bu yarışmada şekillenen tek ünlü eser değil. Daha sonradan Bram Stoker’ın ünlü eseri Dracula‘ya ilham verecek olan John Polidori’nin eseri Vampir de bu yarışma için yazılıyor.
2. Galvanizm Metodu
Frankenstein’da yer alan elektrik akımı ile ölü hücreyi canlandırma fikri Shelley’e bir anda gelen orijinal bir fikir değil. Shelley’nin ilham aldığı, dönemin gözde fikirlerinden olan Luigi Galvani tarafından keşfedilen galvanizm metodu, yazarlarımızın tatildeki sohbetlerinin çoğunda baş göstermiş. Peki nedir bu Galvanizm metodu?
18. yüzyılın sonlarında İtalyan fizikçi Luigi Galvani, ölü kurbağalar üzerinde bir deney yapıyor. Bu deneyde hayvanlara elektroşok verildiğinde kısa bir süre için de olsa kaslarının hareket ettiğini keşfediyor. Galvani bu keşif sonrasında yaşamı başlatan temel gücün elektrik olduğunu savunarak döneme damgasını vuruyor. Hemen sonrasında ise Galvani’nin yeğeni Giovanni Aldini deneyleri bir sonraki aşamaya taşıyarak kurbağalardan çok daha büyük hayvanlar üzerinde deneyler yapmaya başlıyor.
Böylece metodun insan vücudunda işe yarayıp yaramayacağı sorusu ortaya çıkıyor. 1803 yılında, hükümlü George Forster’ın bedeninin idam sonrası Aldini’ye getirilmesiyle deneyler daha da ileriye taşınıyor. Aldini’nin izleyiciler önünde yaptığı deney Forster’ın kalbini tekrar çalıştırmada başarısız oluyor. Fakat kısa süreliğine uzuvların hareket etmesini ve gözlerin açılmasını sağlıyor. Bu sayede deney toplumda büyük bir heyecan uyandıp dönemin en tartışmalı bilim konusu haline geliyor. Ve işte on beş yıl sonra da Mary Shelley’in Frankenstein’ına ilham oluyor.
3. Shelley’nin Rüyaları
İsviçre tatilinde dönen Galvanizm methodu tartışmaları Shelley’e ilham vermekle kalmayıp rüyalarına da konu olmuş. Hatta Shelley romanını bu kabuslarından esinlenerek kurgulamaya başlamış. Yazarımız Frankenstein’ın 1831 edisyonunun önsözünde kabusunu “Günahkar sanatlarla ilgilenen solgun bir öğrenciyi yarattığı şeyin yanında diz çökerken gördüm. İnsanın korkunç bir kopyası boylu boyunca yatıyordu. Ardından, güçlü bir motorun çalışmasıyla, hayat belirtileri gösterdi. …(Öğrenci) uyuyordu ama sonra uyandı; gözlerini açtı ve yatağının ucunda duran o mide bulandırıcı şeyi gördü. Şey, perdeleri açıyor ve sarı, sulu ama şüpheci gözlerle ona bakıyordu.” diye tanımlıyor. Sonradan korku edebiyatının en ikonik eserlerinden birine dönüşecek hikayenin fikri de işte bu rüyadan geliyor.
Shelley ve rüyalardan bahsetmişken yazarın henüz altı haftalıkken kaybettiği kızını gördüğü rüyaya da değinmek gerekiyor. Shelley bu rüya hakkında günlüğüne şöyle yazmış: “Bebeğimin hayata döndüğünü gördüm rüyamda; meğerse sadece üşümüş, ateşin önünde ovuşturduğumuzda canlandı.” Sonra ise “Uyandım ve bebeğimi bulamadım.” Yaşadığı trajediyi ve kabuslarını düşününce ölüm ve canlanma fikrinin Shelley’e hiç yabancı olmadığını görüyoruz. Hal böyleyken bir korku hikayesi yarışmasında Frankenstein’ı yazması işten bile değildi büyük ihtimalle.
4. Frankenstein‘ı Hangi Shelley Yazdı, Mary mi Percy mi?
1818’de anonim olarak yayınlanmasından bu yana Frankenstein’ı kimin yazdığı hep bir tartışma konusu olmuştur. Kitap ilk yayınlandığında Mary Shelley’nin babası William Godwin’e ithaf edilmiş ve önsözü Percy Shelley tarafından yazılmıştı. İşte bu sebeple birçok okur kitabın yazarının da Percy Shelley olduğunu düşünmüştü. Bu varsayım, kitabın Mary Shelley ismi ile yayınlanmasına kadar doğru kabul edildi. Hatta sonrasında bile bazı okurlar tarafından savunuldu.
Günümüzde John Lauritsen gibi kadın düşmanı edebiyatçılar hala Mary Shelley’nin kitabı tek başına yazmadığını savunuyor. Hatta Lauritsen’a göre Mary kitaba en az katkıda bulunan kişi. Bu tarz savunmalar edebiyat dünyasından kadın sanatçıların adını silme çabasına –Mary Ann Evans’ı hala George Eliot adıyla anmak gibi mesela– işaret etse de Percy Shelley’nin Frankenstein’daki iyi ya da kötü katkısını kabul etmek gerekir.
Mary Shelley Frankenstein’ı yazdığında yazarlık konusunda hiç deneyimi yoktu ve sade cümlelere daha meyilliydi. Percy’nin on yıllık tecrübesiyle Mary’e imla hataları ve terimlerin doğruluğu gibi konularda yardım ettiği çok açık. Fakat Mary Shelley’nin düzyazı stilini daha şiirsel hale getirdiği ve bazı yerlerde kitabın ne demek istediğini anlamayıp fikirleri yanlış yöne çektiği de olmuş. Hatta kitabın genelde eleştirilen özelliklerinden biri olan -akademisyen Anne Mellor’un deyişiyle- süslü, yapmacık şiirsel yazımın sorumlusu büyük ölçüde Percy Shelley’nin ta kendisi. Örnek vermek gerekirse, gelin Cambridge Yayınları’nda verilen bu karşılaştırmaya bakalım.
Mary Shelley’nin Orijinal Metni:
“Bunlar benim tek isteklerim de değildi, hayaletleri veya iblisleri diriltmek ayrıca ilgimi oldukça çeken bir alandı ve eğer hiçbirini başaramazsam suçu eğitmenlerimin yetenek eksikliğine değil, benim kendi tecrübesizliğim ve hatalarıma atın.”
Percy Shelley Düzeltisi Sonrası Metin:
“Bunlar benim tek isteklerim de değildi. Hayaletleri veya iblisleri diriltmek en sevdiğim yazarlardan özgürce aldığım bir sözdü; gerçekleşmesini büyük bir hevesle istedim; ve eğer kullandığım büyülü yöntemler hep başarısız olduysa, hatayı kendi tecrübesizliğime ve yanlışlarıma yorun, eğitmenlerimin beceri ve sadakat eksikliğine değil.”
5. Frankenstein Doktorun Adı, Canavarın Değil… Mi?
Frankenstein’ın canavarı hakkındaki en büyük yanılgılardan biri isminin Frankenstein olması. -Şakaklarında civatalar olan yeşil bir yaratık olarak resmedilmesi dışında.- Tabii ki romanı okuyanlar Frankenstein’ın, yaratığa hayat veren tıp öğrencisinin ismi -Victor Frankenstein- olduğunu biliyor. Yaratığın ise bir ismi dahi yok; kitap boyunca “canavar, korkunç şey, iblis” vb. sözler ile hitap ediliyor. Yaratığın adının Frankenstein olduğuna dair olan bu yanılgı film adaptasyonlarına aşina olanlar arasında çok yaygın. Fakat bu aslında kitabın özüne oldukça uyan bir hata.
Yaratık, Milton’ın Kayıp Cennet’ini okuduktan sonra kendi yaratıcısı Victor’ı Tanrı’yla karşılaştırmaktan kendini alamıyor. Bu kıyaslamada Victor’ın ne kadar bencil ve ihmalkar bir yaratıcı olduğunu fark ediyor. Victor ile Tanrı arasında yapılan bu paralellik okuyucunun aklına Tanrı’nın insanı kendi suretinde yarattığını getiriyor. Bu da bizzat Victor tarafından sürekli “korkunç, iğrenç, mide bulandırıcı” olarak tanımlanan yaratığın aslında Victor’ı yansıttığı anlamına geliyor. Belki fiziksel görünüş olarak değil ama sırf ün için böylesine ahlak dışı bir deneye kalkışması ve hayat verdiği canlıyı dünyaya gözlerini açtığı anda terk etmesi düşünülünce yaratığın Victor’ın “korkunç, iğrenç, mide bulandırıcı” iç yüzünün bir yansıması olduğu kesin gözüküyor. Nasıl Dorian Gray’in gerçekliğini yansıtan bir portresi varsa, Victor Frankenstein’ın da çekici, masum yüzünün altında ne kadar çirkin olduğunu gösteren bir yaratığı var. İşte bu yüzden, yaratığa Frankenstein denmesi de oldukça manidar bir hata.
Burada yazının sonuna geliyoruz. Bu olağanüstü roman hakkında söylenecek daha çok şey var. Fakat aralarından en etkileyici olduğunu düşündüğüm detaylar bunlardı. Sizin de kesinlikle bilinmesi gerekiyor dediğiniz detaylar var mı? Lütfen yorumlarda bizimle paylaşın!
Beğenebileceğiniz diğer yazılarımız:
Frankestein
Bu cümle kısa. Kısa cümle. Oldukça kısaç Cümle kısa. Bu cümle kısa. Kısa. Cümle kısa. Bu cümle kısa. Biraz kısa. Kısa. Bu cümle kısa. Kısa cümle. Oldukça kısaç Cümle kısa. Bu cümle kısa. Kısa. Cümle kısa. Bu cümle kısa. Biraz kısa. Kısa.
Yazıyı burada paylaş: