Ay başı toplantımızda şu ana kadar çevirdiğimiz ön okumaların hepsinin fantastik kitaplar olduğunu fark ettik. Hal böyle olunca duruma bir dur deyip araya başka türde bir kitap sokalım dedik. -Sonra ön okumayı okuyunca bu konuda pek başarılı olamadığımızı anladık.- Opposite of Always, yazarın çıkış kitabı. Justin A. Reynolds’ın bu kitabının ön okumasını dilimize Buse Olçay çevirdi. İyi okumalar.
:1 Bu metin Buse Olçay tarafından Bibliyoraf.com için çevrilmiştir. Çevirmenin ve Bibliyoraf’ın izni olmadan başka bir sitede kullanılamaz.
başlık
Kimseyi Kurtaramama Yolları
Kate üçüncü kez öldüğünde suratım bir polis arabasına yapışmış halde duruyordum. Hayatını kurtarması gereken kutu ayağımın hemen yanında ezilmişti.
Yol boyunca birkaç ders öğrendim.
Örneğin: Kıyafetlere zaman harcama.
Dışarda hava kazak giyilmesini gerektirecek kadar serin. Bense kısa kollu bir tişört, ekoseli pijama altı ve çimleri biçerken kullandığım yıpranmış bez ayakkabıları giyiyorum. Ayakkabımın içi nemli ve sağ tekindeki bir avuç çimen parmaklarıma batıyor ama çorap giymek için zamanım yoktu. Çoraplar ve havaya uygun kıyafetler birer lüks. Zaman alıyorlar. Ve ben zaman harcayamam.
Bu gece olmaz.
Hiçbir zaman olmaz.
Çünkü en önemli ilk ders şu: Ne kadar zaman yolculuğu yaparsan yap sevdiğin kişiyi kurtaramazsın.
başlık
45 Dakika Önce
Polis çoktan gelmiş.
Bir polis aracı acil servis kapısının yanında öylece duruyor. Benim için burada olma ihtimalleri var ama artık geri dönemem. Her saniye önemli. Yolcu koltuğundaki küçük paketi kaptığım gibi aracımdan dışarı fırlıyorum. Kutuyu yırtarak açıp, içindekileri ayakkabıma tıkıştırarak hızlı adımlarla ilerliyorum.
Yola daha erken çıkmalıydım.
Bu sefer yüzlerce şeyi daha farklı yapmalıydım.
Zihnimde, asansöre git, dördüncü kata çık diye planlarken kapıyı itip açıyorum ve kafamı bir beton duvara tosluyorum. Daha doğrusu[1] , yüz otuz kiloluk bir kas ve polis copu yığınına çarpıyorum.
Arabanın şoförü bu olsa gerek.
Az daha ıslak yere devriliyorum ama polis memuru beni tişörtümden yakalıyor.
Polis, omzundaki telsize “Onu yakaladım,” diye mırıldanıyor. Kapıyı açarken eli silahını kavramış, “Dışarı çık,” diye emir veriyor. “Hadi evlat, yürü.” Aklımdan bir sürü şey geçiyor -kahramanlık ve cesaret içeren bir sürü şey. Polis memurunu itip merdivenlere koşmayı veya kapısı kapanmadan önce asansöre atlamayı düşünüyorum. Ama en sonunda bacaklarım aralık, ellerim arkamda kelepçelenmiş haldeyim.
Opposite of Always
Bir yandan düşünüyor, diliyor, umuyorum: belki bu işe yarar. Belki çözüm budur. Ben burada olmamalıyım. Eğer ben burada olmazsam, o yaşar.
Polisler işlediğim suçları sıralıyor, haneye tecavüzden sonra dinlemeyi bırakıyorum. Bir açıklama yapmaya girişmiyorum çünkü gelecekten geldiğimi nasıl anlatabilirim ki?
“Haklarını anladın mı?” diyorlar soruya çok benzemeyen bir şekilde.
Başımı sallayıp onaylıyorum, arabanın alüminyum gövdesi yanağımın altında serin ve yapış yapış.
“Üzerinde bir şey var mı? Silah, uyuşturucu ve benzeri?” diye soruyor iri polis.
“Hayır,” diyerek yalan söylüyorum. Çünkü gerçeği söyleyemem. Şu an olmaz. Kaba eller vücudumda aşağı yukarı dolaşıyor. Polis cebimden çıkarıp alırken anahtarlarım şıngırdıyor. Ardından cüzdanımı alıyor.
İri polis, kadın ortağına “İlginç bir şey yok,” diyor.
“Ayakkabılarını çıkarmasını söyle,” diye öneriyor kadın.
Neredeyse dizlerim çözülüyor.
başlık
“Lütfen,” diye yalvarıyorum. “İçeri girmeme izin verin. Kız arkadaşım ölüyor. Doktorlara, hemşirelere sorun. Lütfen. Sadece beş dakika. Lütfen. İnsaf, azıcık insaf edin. Onu beş dakika görmeme izin verin sadece, sonra beni hapse tıkabilirsiniz. Hatta kilitleyip anahtarı da atın. Lütfen. Çocuklarınızı düşünün. Çocuğunuz var mı? Onlar ölüyor olsaydı yalnız olmalarını ister miydiniz? Lütfen. Lütfen.”
Yalvarmak için dizlerimin üzerine çökmeye çalışıyorum ama fiziksel olarak zapt edilmiş haldeyken bu biraz zor oluyor. Beni kelepçeleyen polis, küllü sarı saçları ve kan çanağı gözleri olan diğer polise bakıyor. Kadın, tüm annelerin Anneler Okulu’nun ilk gününde öğrendiği gibi tecrübeli bir şekilde iç çekiyor. Ama sonra kafasıyla onaylıyor. Ve kelepçelerim çıkarılıyor.
Manyak ötesi bir şey bu.
Aptal bir şeyler yapacağıma inandığını düşündüren bir sesle “Aptallık etme evlat,” diyor polis.
“Sadece beş dakika,” diyor ortağı.
Opposite of Always
Polisler her iki yanımda yürüyor, yağlı muşamba döşemede ilerleyip çiş-kokusunu-çamaşır-suyuyla-saklamaya-çalışıyoruz asansöründe dördüncü kata çıkarken saçma bir şey yapmaya kalkışırsam aptal kıçımı yere sermeye tereddüt etmeyecekleri konusunda beni temin ediyorlar. Ama ben kaçmayacağım. Saatime tekrar bakıyorum. Bir şansım var.
Fakat asansör, kapılarını gıcırdatarak açmadan önce yirmi saniye tekliyor. Ve sonra başka bir koridordan uzun yola sapmak zorunda kalıyoruz çünkü bir temizlik görevlisi yerleri paspaslıyor ve görünüşe bakılırsa işini oldukça ciddiye alıyor çünkü bize bağırmaya ve durduğu yerde tepinmeye başlıyor. Polisler birer özür mırıldanıyor ama adam sadece sinirle başka bir yolu, nam-ı diğer Dünyanın Olabilecek En Uzun Yolu’nu işaret ediyor.
Uzun yollar, yavaş asansörler ve ıslak zemin levhaları için zamanımız olmadığını anlatmaya çalışıyorum ama kimse beni dinlemiyor. Ve oraya ulaştığımızda her şey için neredeyse çok geç.
Kate ölmek üzere.
Gözlerini kırpıştırarak açıp “A, kimler gelmiş,” diyor. Köşede, genelde annesinin oturduğu sandalye boş duruyor. Tam yanında, yerde buruşmuş bir battaniye var. Ruj lekeli bir köpük bardak da pencere pervazına bırakılmış.
Opposite of Always
“Selam,” diyorum. Bir an için ne kadar küçük gözüktüğüne şaşırıyorum. Oda, burnuna pompalanan oksijenin ıslığı ve koluna doğru inen serumun vızıltısı dışında sessiz.
“Saat kaç?” diye soruyor gözlerini kısarak. Sabahın üçünde, bir hastane yatağına mahsurken bile güzel görünüyor.
“Çok zamanımız kalmadı.”
Suratı kafa karışıklığıyla buruşuyor. “Neyden bahsediyorsun?” Yatakta öne eğilip omzumun üstünden arkaya bakıyor, irkiliyor. “Bu sefer yanında polis getirmişsin. İlginç bir jest. Nasıl bir giriş yapılacağını gerçekten iyi biliyorsun Jack King.”
Arkaya, polislere doğru bakıyorum. “Burada oldukları için özür dilerim.”
“Delisin sen, biliyorsun değil mi?”
“Nasıl bu sonuca vardığını anlayabiliyorum, evet,” diyorum gülümseyerek.
“Beş dakika,” diye hatırlatıyor kadın polis.
Kate başını sağa sola sallıyor. “Jack, neden buradasın? Anlamıyorum dostum. Hastanelere karşı hastalıklı bir hayranlığın falan mı var, olay bu mu? Yoksa hasta kızlar seni tahrik mi ediyor?”
“Sana şunu söylemeye geldim…” Sesim giderek kısılıyor çünkü gerçekte bir şey söylemeye gelmedim.
“Neyi, Jack?”
“Sanırım artık ne yapmam gerektiğini biliyorum. Çözdüm galiba. Sonunda.”
Kaşlarını havaya kaldırarak “Pekalaaa,” diyor. Belli ki sadece kafasını karıştırıyorum. Tabii ki. Çünkü hiçbir şey mantıklı değil.
“İyi olacaksın Kate, her şey iyi olacak.”
başlık
Başını uzağa çeviriyor. “Herkes bunu söyleyip duruyor ama yalan söylüyorlar. Yalancı olma Jack. Tıpkı-” Elimde ne tuttuğumu görünce duraksıyor.
Çünkü son yirmi saniyedir dikkatle parmaklarımı ayakkabıma sokmaya çalışıyordum. Ve şimdi o elimde.
“Jack,” diyor sesini yükselterek. “Jack, ne halt-?”
Ama o daha sorusunu bitiremeden aniden üzerindeki battaniyeyi çekiyorum ve şırıngayı uyluğuna saplıyorum. Sanki vücuduna milyon voltluk elektrikle vurmuşum gibi öne doğru atılıyor.
Polisler beni yere mıhlıyor, kulağıma, odaya doğru küfürler bağırıyorlar. “Ne halt-! Sen ne halt ettin evlat? O da neydi öyle be?”
Koridora doğru koşarak “Biri yardım etsin,” diye çığlık atıyor kadın polis. “Doktora ihtiyacımız var burada! Doktora ihtiyacımız var!”
başlık
Adam suratımı muşamba döşemeye öyle sert bastırıyor ki beynimin gözlerimden fışkırmaması bir mucize. Birkaç çift bacak ve ayak aceleyle odaya doluşuyor. Etrafta bir sürü bağırma ve çığlık var, insanlar beni sarsarak Kate’e ne enjekte ettiğimi, hangi ilaç olduğunu sorup duruyor. Gerçek şu ki istesem bile tam olarak nasıl anlatacağımı bilemezdim. Tek yol bu.
Doktorlar Kate’in hayatını kurtarmak için koşuştururken, polisler beni lobi boyunca ıslak zeminde sürükleyerek dışarıya, gecenin karanlığına geri çıkarıyor.
En ufak hareketimde, hatta sert bir nefes çekişimde bile beni vurabileceklerini biliyorum. Ya da en azından bayıltırlar. Ama bu önemli değil. Çünkü Kate’in odasından çıkarken saate göz attım. Ve eğer işler eskisi gibi giderse ya Kate hayatta kalır ya da her an her şey yeniden başlar.
Erkek polis memuru suratımı bir yerlere yapıştırmayı seviyor olmalı çünkü şu an yanağım yeniden polis arabasına dayanmış halde. Bu sefer üstümü daha detaylı arayacağını tahmin ediyorum.
“Eğer o kız ölürse, seni-”
Ama o cümlesini bitiremeden bir şeyin bana çarptığını hissediyorum. Gözlerimi kapıyorum. Hava çoktan ciğerlerimden çekilmeye başladı, yer çekimi vücudumdan ipi çekilmiş bir paraşüt gibi kopup gidiyor. Sarsıntılar da bu sefer daha da fena. Zar zor ayakta durabiliyorum. Tüm bedenim koca, şiddetli bir sarsılmadan ibaret.
“Evlat, sen iyi misin?” Polis, ortağına emir verip hastaneden yardım getirmesini söylüyor. Kadın son sürat koşuyor ama bunun bir önemi yok. Zamanında yetişemeyecek. Eğer konuşabilseydim onlara endişelenmemelerini söylerdim. Ölmediğimi söylerdim. Yalnızca onu koruduğumu, kurtarmaya çalıştığımı söylerdim. Anlayacaklarından değil tabii. Ben de anlamıyorum. İlk kez olduğunda hapı yuttuğumu düşünmüştüm. Ama şimdi…
Bunu, bedenimin fırlatmaya hazırlandığı söylemek dışında nasıl tasvir edeceğimi bilmiyorum. Bilirsiniz işte, eğer bedenim olağanüstü gelişmiş bir uzay mekiği olsa ve mekikler uzay yerine zamanda yolculuk etse.
“Evlat, dinle beni, konuş benimle! Kriz geçiriyor galiba. Evlat! Evlat!”
A, evet, ikinci ders:
Zaman yolculuğu can acıtır.
Bu yazının redaktörlüğünü Aylin Efe yapmıştır.
başlık
Opposite of Always Opposite of Always Opposite of Always
Beğenebileceğiniz diğer yazılarımız:
Yazıyı burada paylaş: